3 Nisan 2012 Salı

Provokasyon...

Emin Çizenel Kare Sanat Galerisi’nde 17 Mart’a kadar izlenebilecek olan sergisi ‘Provokasyon’ adını taşıyor. Monokrom çalışmaların ağırlıkta olduğu sergide, sanatçının, mum isinden faydalanarak yaptığı işleri, 3 bölümden oluşuyor.

Hülya Küpçüoğlu

Çalışmalarınızda mum’u kullanma fikri nasıl ortaya çıktı?

2003’te, uluslararası bir sergi için oluşturduğum “Chosen Tree/Seçilmiş Ağaç” projesiyle
başladı diyebilirim. Bu işlerin ana ekseninde “mum” vardı. Bir alev efektiyle
metaforlaşmış “ seçilmiş ağaç”,aslında tam da bu malzemeye denk geliyordu.
Yanma hali, ışık ve karbon. Mum isinin bu işlere yerleşmesi o zaman başlamıştı.

Mum isini tuvalyüzeyinde kontrol etmek zor olmuyor mu?

Statik bir tuval pozisyonu hiç olmadı zaten. Farklı açılardan, değişik konumlara geçen bu
yüzeylerde, adeta mumla dans ettim denebilir. Evet, bu dans gibi bir şeydi ve
yaptığınız bir hareket figürünü geri alamadığınız gibi, burada da birbirine
eklenen “aksak ritim” sürdü gitti. Yanma hiç olmadı. Çünkü mum isi tuvali sadece yalamaktaydı. Yönlendirmenin, benim istediğim mezralarda olabilmesinin zahmetine katlandım. Ama çok keyifliydi.

Sergide 3 ayrı serinizden işler var. Bu 3 seriden bahsedebilir miyiz?

Evet, 2003’ten bu güne gelen, ve birbiriyle ilişkilenmiş bir süreç. Başlangıç, “seçilmiş ağaç”tı. “Seçilmiş” sözcüğü, gotik Bellapais manastırının iç bahçesinde yer alan dört selvi ağacından birine kullanılıyordu. Kendi fiziğine, ve oluşmuş belleğine yeni bir anlam yükleyerek. O artık, bir mum alevine dönüşmüş, yeni bir gerçeklik içindeydi. Potansiyel gücü ateşti.Yeniden
oluşumunun, ve yeni bir aslına dönüş arzusunun yakıcı hevesi içindeydi. Bu
“seçilmişlik” talebi, aynı zamanda seçilmiş güzelin özne olmasını isteyen sanatçının talebiydi.
“Phoenix Again”, foniks kuşunun küllerinden yeniden doğuşunun ritüeli ile ilişkilenmiş
“seçilmiş ağaç” a eklemlenmiş, ve mum isinin belirleyici eleman olarak yer
aldığı, bir sandığa kilitlenmiş 20 küçük tuvalden oluşuyordu. Bu , “büyüklere oyun” gibi
“oyunbaz” bir işti. Birbirini provoke eden parçalar. “Provokasyon” ana başlığı, bu süreçlerin geniş tuval yüzeyleriyle buluşmasına denk gelir. Malzeme, kışkırtan yüzeyler doğru
dağılırken, “dürtülen” bir şeyler vardı. Tam da istenen huzursuzluk.
Bu izlerin ritmi, her anından delip geçtiği bir bakıştır ki;
göz onu hiçbir zaman görmez. Zara vuruşu ekolar yaratır ama duyulmaz. O hep
hissedilir ama dokunulmaz. Bu paradoksun görüntüsü/formu/şekli, “aksak ritim”in
sesidir. Bu işlere, mum isinin dolaştığı soyut yüzeylerde kotlanan “mana” ile
birlikte, anarşist bir aşkı yaşamın içinde tutan bir diğer okuma ile başlanabilir.

Bu 3 serinin ‘Provokasyon’ başlığı altında birleşmesi noktasında neler söyleyeceksiniz?

Aslında üç ayrı seri gibi görünse de, birbirini “provoke” eden düşünce ve süreçlerin yan yana
katmanlaştıği bir bütündür. “Provokasyon” ana başlığı, “yeniden” sözcüğünü de barındırırken kesin tercihim oldu.

İşlerinizde kullandığınız formlardan ve nelere gönderme yaptığından bahsedebilir miyiz?

Formdan çok “ritim” var. Ama, başından itibaren, bir mum alevine dönüşecek selvi ağacının ana formunun ormanlaştığı bir tekrarı denedim. Siyah ve beyazın birbirini
dürttüğü öpüşme noktasında. Monokrom etkiler olsun istedim. Küçük dizonans renk dokunuşları ile. Beyazı, sadece onlar örtsün istedim. Nelere gönderme yaptığının yanıtını çok genel bir ifade ile özetleyebilirim; Benim resmim, koloni
dönemleri yaşamış bir kuşağın, savaşların, didişmelerin ve belirsizliklerin,
ama hiç bitmeyen umutların omurgalaştırdığı bir vücuda oturuyor. Metaforik,
imgelem gücü olabilen, ana başlıklarla kurulu, ve açılımlarını maddeleştiren
bir espas.

‘Giderek küçülmek ve her şeyle bir hale gelmek... böyle bir duygu yakalamak istedim’

Füruzan Şimşek, geçtiğimiz haftalarda Pg Art Gallery’de gerçekleştirdiği sergi, kendi yaşadığı günlerin toplamını gösteren rakam olan ‘onüçbinyüzkırk’ adını taşıyordu. Sergisinde sanatçı yalnızlaşma, yabancılaşma, kent, kadın, doğa, sosyal yaşam gibi konuları anımsatıyor ve kadına dair göndermeler yapıyordu. Füruzan Şimşek’le sergisi hakkında konuştuk…

Hülya Küpçüoğlu

Mekana girdiğimizde bizi, içinde ‘Benim adım NÇ’ yazan bir enstalasyon karşılıyor. NÇ olayı hepimizi sarsmıştı…

N.Ç bir kız çocuğu,yaşadıkları beni derinden etkilemiş ve üzmüştü..Yaşanalar unutulsun istemedim.Nitekim açılış sırasında bir dolu insan gelip, sordu ‘bu nedir?’ diye. İşte o zaman çok doğru bir şey yaptığımı ve herkesin N.Ç olayını unuttuğunu fark ettim.insanoğlunun belleğine güvenmediğim için böyle bir düzenleme yapmayı düşünmüştüm.. Sonra konu ile ilgili düşünürken, o sırada okuduğum ‘Kadınlar, Rüyalar,Ejderhalar’ kitabın da yazar, yazının kalıcılığından sözün uçuculuğundan bahsediyordu. Neon ışığını çok sevdiğimi söyleyemem ama böyle bir düşünceyi, yazarak uygulamaya karar verdim. Enstalasyonun kuyu gibi bir görüntüsü var… N.Ç’nin yalnızlığını vurgulamak için bir desteğe ihtiyacım vardı. Sonra kitapları da kullanma fikri oluştu. Olaylar karşısında bir sürü şey okuduğumuz halde aciz kalabiliyoruz. Çift taraflı bir gönderme yapmak istedim.Bilgi bazı olaylar karşında çaresiz kalıyor. N.Ç’ye borcummuş gibi, hiçbir şey yapamadık ama onu unutmadığımızı göstermek istedim. Yukarıdan bakılan bir iş istiyordum ve kitaplarla bir kuyu etkisini yakalayarak, ancak dibine geldiğimizde görülebilecek, bizim onu bıraktığımız durumla ilgili aşağıya doğru bakma, orada onun yalnız bırakmışlık duygusunu vermek için tasarladım.

Serginin geneline baktığımızda kadın temasının ön planda olduğu görülüyor ve bu noktadan hareketle, kadına dair şeyleri kendi bireyselliğini de katarak, anımsattığınızı söyleyebilir miyiz?

Aslında kadına ait durum kendiliğinden gelişti.Kadınlara dair bir sergi yapacağım kararı yoktu. Resimlerimdeki kadın çantaları günümüz insanına dair sembolik bir şey. Erkeklerin toplumda şu andaki güvensizliğine ya da yalnızlığına daha net bir gönderme yapabileceğim sembolik materyaller olsaydı elimde onları kullanabilirdim.

Şimdiye kadarki işlerine baktığımızda hep etrafındaki insanların portrelerini yapmıştınız. Ama bu sergide kendi portreleriniz ön planda…

Evet, bu sefer sergideki figürlerin ve portrelerin hepsi benim. Biraz kendime dönmekle de ilgili bir şey. Hepimiz bir şeyleri yaşıyoruz ama ben bunun neresindeyim? Çünkü toplumun bir parçasıyım. Çok da kontrollü değil aslında kendiliğinden gelişmiş bir süreç. Yaşım gereği midir nedir? Kendimle uğraşmaya başladım. Toplum bunları yaşıyor, benim de sıkıntılarım var. Antidepresanları yalnızca başkaları kullanmıyor ki, kimi zaman ben de kullanıyorum. Belki kendimi bir ayna olarak kullanıp, onu insanlara yansıtıyorum. Çünkü biliyorum ki herkes benim gibi ve hatta bir çoğunun yaşadıklarından ötürü benden daha derin problemleri var. Ama genel olarak hepimizin problemi biraz daha yalnızlaşmaya başlamamız.Hayatın giderek artan ritmi karşısında bocalamamız.

Bu sergiyle birlikte aynı zamanda portreden uzaklaştığınızı söyleyebilir miyiz?

Ben kendimi kalıplarda, tarzlarda, kimilerine yakın kimilerine uzak bir noktada görmek istemiyorum. İçimden gelir, öyle bir yüz görürüm ki yine portre yapabilirim. Ama başka bir şeyden etkileniyorsam da o başka şeyi, Ne yapıyorum sorusuna cevabı ya da biz ne yapıyoruz sorusunun cevabını verebileceğiniz şekilde yönleniyor ama evet portreden bu sergiyle biraz daha uzaklaştım ama yine de vardı. Hiçbir zaman uzaklaşmam herhalde çünkü insan yüzü benim için estetiğini kaybetmeyecek bir şey.

Peki sergide nasıl bir duygu yakalamak istediniz?

Serginin adı ‘Onüçbinyüzkırk’. Yaşadığım gün sayısı ve insanoğlunun hissettiği nokta o. Giderek küçülmek ve her şeyle bir hale gelmek gibi böyle bir duygu yakalamak istedim. Bayağıda düşündüm neyin resmini yapacağımı ve kendime doğru gittim. Benimki aslında yaşama dair izlenimler bunu yapmaya çalışıyorum .

Serginin ismine nasıl karar verdiniz?

Genel konseptim şehir insanının sıkıntıları. Bir gün düşünürken, ‘acaba kaç gün yaşadım ben?’ dedim. Kendiliğinden çıktı. Basit bir hesap yaptım ve çok etkileyici geldi bana. Yaşadığım gün sayısının çokluğu, zaten izlenimlerden yola çıkıyor olmam sonucunda serginin adına karar verdim. Önce kimse anlamadı ama duyunca hoşlarına gitti.

4 Ocak 2012 Çarşamba

SÖZDE DEĞİL ÖZDE ELEŞTİRİ GEREK!

SÖZDE DEĞİL ÖZDE ELEŞTİRİ GEREK!

Hülya Küpçüoğlu

Aralık ayının başlarından beri medyada sansürle ilgili çok şey konuşuldu. Olayı artık hepimiz biliyoruz. Tekrar burada yazmayacağım. Zaten benim konu ile ilgili ne düşündüğüm de UPSD olarak yazdığımız bildiride mevcut. Konu ile ilgili geçtiğimiz günlerde çıkan bir yazı ilgimi çekti. İlgimi çekme sebebi eleştirmenimizin çok ama çok büyük (!) saptamalara imza atması ve içinde yer aldığım UPSD Yönetim Kurulu’na da ‘sözde eleştiri’ (!) getirmesi.

Konu ettiğim Fırat Arapoğlu’nun geçtiğimiz günlerde çıkan yazısında, yazarımız olayı kendince anlatırken, bazı şeyleri atlamış olması akıllarda soru işaretleri doğuruyor. Mesela Leyla Gediz’in ifadelerine yer verirken, görmemesine imkan olmayan bir mecrada, Levent Çalıkoğlu’nun Gediz’ e karşı yanıtına yer vermemesi son derece düşündürücü. ‘Çok yerinde tespitler yaptığı’ (!) gözlenen eleştirmenimizin, AICA’nın’ monolitik’ bir düşünce yapısına sahip olmadığını belirtirken, UPSD’nin de ‘monolitik’ bir düşünce yapısına sahip olmadığını bilmemesine imkan yok. Çünkü kendi imzasının da yer aldığı ‘diğer yazıdaki’ imzalar arasında UPSD üyeleri de mevcut. O zaman neden sanki tek demokratik sanat kurumu AICA gibi davranılıyor? Ve ayrıca kamuoyuna açıklanmış bir basın bültenine atıfta bulunulmasını ‘kendisini aklama süreci’ ya da ‘pozisyonlarını sağlama alma’ olarak değerlendirip, suçlayıcı imalarda bulunuluyor? Keşke eleştirmenimiz bu çok yerinde (!) tespitlerini yaparken, buna dayandırdığı saptamalarını da ekleseymiş. Biz daha önce veya şimdi kimi ya da neyi aklamışız? Ya da hangi akıl yürütme ile UPSD’nin pozisyonunu sağlama aldığını belirtiyor? Sadece UPSD’nin yayınladığı konu ile ilgili bir yazısında AICA’nın adının geçirmesini mi göz önüne alarak bu tespitleri yapıyor? Yoksa daha doyurucu bir içeriği var mı? Sanırım yazarımız dünyanın neresine giderse gitsin, kamuya açıklanmış her yazıya, bildiriye veya basın bültenine referans verilebileceği bilmiyor… Eğer bir kurum kendisine herhangi bir şekilde referans verilmesini istemiyorsa, hiçbir şekilde hiçbir bildiri ya da basın bülteni kaleme almaması ve eğer bir gün kendi yayınladığı bildiriden dolayı mahçup duruma düştüğünü düşünüyorsa, geri çekmesi gerekiyor. Ayrıca kendinden çok emin bir şekilde herkesin bilgisine sunduğu ‘UPSD her zamanki gibi Bedri Baykam’ın kişiliği üzerinden olaya dâhil olmuş, sözde yönetim kurulu olarak isimlendirilebilecek bir biçimde basın bildirileri kaleme almıştır’ derken, Arapoğlu’nun Baykam ve UPSD’yi iyice kişiselleştirdiğini görüyorum. Böyle ifade ediyorum çünkü kendileri, daha önce de bir sergi bağlamında o çok ama çok müthiş (!) saptamalarla Baykam ve UPSD hakkında yazı yazmıştı. (BKNZ: http://hulyakupcuogluyazilar.blogspot.com/2011/01/dostlar-alisveriste-gorsun.html ) Arapoğlu yazısında ‘sözde yönetim kurulu’ diyerek, kişilerin şahsiyetlerine, onurlarına ve kimliklerine açık bir şekilde tacizde bulunuyor. Sözde sanatçı haklarıyla, sanatçı özgürlükleriyle uğraştığını söyleyen bir kişinin, suçlamalarla sanat ortamındaki meslekdaşları hakkında böylesine yazılar kaleme alabiliyor olması oldukça çelişkili ve üzücü… Bu cümleleri kurarak eleştirmenimiz, yönetim kurulundaki sanatçıların onurlarına ve kişilik haklarına dayanaksız ve uydurma savlarla açıkca hakaret ediyor. Böylesi bir makaleye imza atabilen bir yazarın, bir geceliğine bir müzede düzenlenen müzayededeki bir eser için müzayedeye kondu ya da konmadı diye çıkardığı eylem dizisi ne kadar inandırıcı olabilir? Arapoğlu’na sormak gerek, UPSD yönetim kurulu içinde yazılan her yazının yönetim kurulu tarafından okunmadan, tartışılmadan yayınlanmadığı bilinirken, ‘sözde yönetim kurulu’ diyen yazar, bizlerin hiç tartışmadığımız, farklı fikirleri beyan etmediğimiz bilgisine nereden ulaşmıştır? Arapoğlu hemen açıklasın! Ama tabii çok düşünmeye gerek yok çünkü eleştirmenimiz ona da bir açıklama getiriyor hemen ve ‘metinleri Baykam’ın yazdığını anlamak için, onun yazılarına biraz aşina olmak yeterli’ diyor. Arapoğlu’na sormak gerek, kendi imzasının da bulunduğu karşıt yazı da tek bir kişinin elinden çıkmış gibi görülüyor ki, kim olduğu malum, malum yazı, önceden hiç mi konuşulmamış, tartışılmamış? Başkalarınca hiç mi okunmamış? Ya da yazıya başkaları hiç mi müdahale etmemiş? Ortak karara varılan bir düşüncenin metinini kimin kaleme aldığının konuyla ne alakası var? Konuyu saptırıp, kimin neyi yazdığına dair saçma sapan tartışmalar yapmak ve bunu bir sorun gibi göstermek ve sanki çok büyük bir saptama yapmış gibi konu etmek neden? Ayrıca eleştirmenimiz “UPSD’nin ulusalcı yaklaşımını tasvip etmek olası değil “ derken UPSD’nin bildirisi ile ulusalcılık arasında nasıl bir bağ kurduğunu çok merak ettim. Merak ettim ama Arapoğlu’nun yazısında bunu da göremedim. Üzülerek söylüyorum, bu konunun buraya alakasız bir şekilde eklenmesi yazıyı daha da gülünç hale getirmekten başka bir işe yaramıyor.

Eleştirmenimizin yazısında değindiği ‘sanatçılar, sanat yazarları, müzeler, dernekler…’ gibi, birbirini tamamlayan büyük bir ailenin parçalarına, sanat kurumlarına, sanat ortamına baktığımda, daha önce de belirttiğim ‘sözde’ değil ‘özde’ eleştiri yapma gereğine hiç olmadığı kadar ihtiyaç olduğu kesin. Ancak, oradan buradan edinilen fikirler, dedikodular, gönderilen e-mail ya da yazılardan esinlenerek yazıların kaleme alınması (ki olabilir) ve kendi fikirlerinin ‘desteklenmesi’ noktasında, benim de olayı ‘kendi pozisyonunu sağlama alma’ olarak mı değerlendirmem gerekiyor?

Arapoğlu’nun sanatçılara en ufak bir saygısı varsa özür beklediğimi ve şahsen bu yazısından ötürü onu kınadığımı da belirtmeliyim. Son olarak eklemek istiyorum, Aralık ayının son günlerinde İçişleri Bakanı’nın yaptığı açıklamaları es geçerek, hala AICA ya da UPSD’deyi eleştirmek, bende, sadece günün popüler olayından nemalanmak istenildiği fikrini doğuruyor.

28 Aralık 2011 Çarşamba

'Gelecek program karşınızda!

Leyla Gediz, Rampa'da görülebilecek "Gelecek Program" adlı sergisinde, otobiyografik anlayışını sürdürüyor. Gediz, 'gelecekte bir aile kurma fikri ve aile kurgusunu' ele alan eserleriyle dikkat çekiyor.

Hülya Küpçüoğlu/Haber Türk Gazetesi 28.12.2011

Gelecek programda neler var?

Gelecek program, gelecek olanı iple çekmekle alakalı. Şu an burada duruyorsunuz ama aslında ileri bir noktada gelecekte olmak istiyorsunuz. Onun tatlı beklentisi içindesiniz. İçinde bulunduğunuz an bir şekilde, belki yeterince sizi tatmin etmiyor o yüzden gözlerinizi ileriye dikmişsiniz ve gelecekten bir şeyler bekliyorsunuz. O arada bir zaman var ve o bekleme halini anlamlandırmak gerekiyor. Çünkü kuru kuru beklemek de olmuyor. Benim için bu serginin muhteviyatı böyle…

Peki siz bu sergi ile o bekleme sürecini mi anlamlandırıyorsunuz?

Orada hala gelecek program diye duran bir şeye bakıyorsanız, daha o film oynamaya başlamadı demektir. Burada bir tür gelecek kurgusu, beklentisi ve sorgulamasının yapıldığı bir süreç bu. O geleceğin henüz burada olmadığı, belki onu beklemenin anlamının da sorgulandığı, bekleyişin de sınandığı bir durum söz konusu. Gelecek program karşınızda duruyor, siz ona erişmeye ya da kendi aranızda ilişki kurmaya çalışıyorsunuz. Bu tamamen gelecekte bir aile kurma fikrinin, gelecekte bir aile kurgusu içinde yer alıp alamayacağına dair kaygıların bir yer de telaffuzu oldu benim için.


Feminen bir sergi diyebilir miyiz?

Feminen bir sergi diyebiliriz. Davetiyedeki çiçek de öyle, neredeyse bir düğün davetiyesi gibi ama kendi içinde hüzünlü bir tarafı da var. Belki olmamış, olamamış bir düğün gibi… Hüznü umudu, kendice yeniden yapılanma çabasını, kadınlar arası paylaşmayı, dert ortaklığını bütün bunları görselliyor.

Basın bülteninizde deneysel bir üretim sürecine dayalı işler verdiğiniz söyleniyor. Sanatçılar genelde tek bir üslup çerçevesinde çalışırlar, sergilerinizin tamamı düşünüldüğünde bunun bilinçli olduğu düşünülüyor. Sizce?

Bence bu bizim çağımıza uygun bir yaklaşım. Boyaysa boya, resimse resim, bunun bir araç olarak görülüp bir tür teknik bir virtüezite arayışı içinde kaybolmaktansa, böyle bir şey peşinde koşmaktansa, orada da insan kendi doğrusunu belirliyor ama benim derinleşmek istediğim şey bu olmadı. Benimkisi belki daha çok açlıktan ya da dikkatimin çok yönlü olmasından... Zihin yapım tek bir odağa sabitlenmeyi çok sevmediğinden... Bugüne değin konuları hep parçaladım ve çok sayıda ve farklı yüzeylere dağıtıp, sonrasında sergi bünyesinde yeniden birleştirmeyi seçtim. Hiçbir resim diğerine benzemiyordu! Bu sergide yine de serilerin akmaya başladığı görülüyor ki bu, benim sergilerimde büyük bir sıçrama. 10 senden sonra seriler halinde işler üretmeye başladım. Diğer sergilerimde durmaksızın bir konudan diğerine atlıyordum."Belki zihin de zamanla duraganlaşıyor. Bütününde benim sergilerimde bana ait, bana ait bir şey de var. Bu yönden üslübu yok demek de yanlış olur. Bu serginin başka kimsenin sahip olmadığı bana ait bir duygusu ve görsel kurgusu var. Belki üslup sözcüğünü resim içindeki geleneksel bir arayış olarak okumaktan çıkarıp, sergilerin bütününe bakmak gerek. Tahmin ediyorum ki birçok izleyicim buraya gelip, benim sergim olduğunu bilmeseler, bu Leyla Gediz’in sergisi diyebilirler…




24 Aralık 2011 Cumartesi

'Ruhun Dili En Yoğun Dildir'

Belçikalı sanatçı Johan Tahon Çinili Köşk’te açtığı ‘Arche’ adını taşıyan sergisini İstanbul Arkeoloji Müzesi ve Özil Koleksiyon ortaklığında sundu. Sanatçı son yıllarda çalışmalarını sürdürdüğü İznik’te, tanıma fırsatı bulduğu Kuvars seramik yöntemi ile yaptığı çalışmalarıyla bu kez karşımızda idi.

Hülya Küpçüoğlu / Dekorasyon Dünyası Dergisi Aralık-Ocak sayısı

Son çalışmalarınızda İznik seramikleri etkisiyle gerçekleştirdiğiniz heykeller var. İznik’te araştırmalar yaptığınızı da biliyoruz. İznik’le yolunuz nasıl kesişti?

İstanbul galericim Dağhan Özil, İznik’te çalışma şansını bana yarattı. 2007 yılından beri senede 2,3 kere gidip çalışıyorum. İlk önce eski İznik yöntemiyle seramik yapmayı, süslemeyi öğrendim. Daha sonra İznik seramiklerinin tarihini araştırmaya ve bu eski yöntemle- Rölyef Kırmızı ve şahane mavi ile- yeni şeyler yapmaya başladım. Son zamanlarda kendi seramiklerimde de aynı kuvars seramik atmosferi olmaya başladı. Bazen benim alçı heykellerimle bunları birleştiriyorum.

İznik nasıl bir deneyimdi sizin için?

İznik’te yaşamak ve çalışmak harika bir deneyim oldu. Gizemli İznik’e ve gölüne aşık oldum. İznik vakfındaki dost canlısı insanları ve güzel yemeklerini her zaman hatırlayacağım. Şu anda Belçika’daki stüdyomda, Türkiye’den aldığım/öğrendiğim bilgileri kullanarak çalışmalarımı sürdürüyorum. Ayrıca Türkiye’de daha fazla çalışabilmek için İstanbul’da stüdyo hazırlığı içindeyim.

Şu anda izlenmekte olan serginizi de Çinli köşk’te yapıyorsunuz. İzleyici nasıl bir birliktelik görecek?

Türkiye’deki en güzel yerlerden biri Çinili Köşk. Arkeoloji Müzesi’ni 5 yıldır biliyordum. Bu bir rüyaydı ve gerçek oldu. işlerim, Türk tarihi ve erken İslam seramikleriyle bir ilişki kurdu. Benim en çok ilgimi çeken eski insanın derin duygularını çağdaş seramiklerle birleştirmek.

Eski eserler ve yeni eserler arasındaki bağı nasıl değerlendiriyorsunuz?

kökleri hissetmek ve daha da fazlasını üstlerine inşa etmek güzel bir duygu. Tabi ki aynı sevgi ve tutku ile...

Genelde büyük boyutlu işleriyle bilinen bir sanatçısınız. Bu serginizde küçük ebadlı işler görülüyor.

Seramik yapmak zor. Adım adım oluşuyor. Teknik olarak böyle ortaya çıkıyor. Birde seramikleri, tüm çalışmayı kendim, tek başıma yapmak istedim. Ama şimdi şunu da söylemeliyim, seramikler gittikçe büyüyor, büyüyecekler de. Ortaya çıkan sonuçlar bazen sinir bozucu. 6 ay çalıştım yaptıklarımın %50 si fırında kırıldı. Büyük hayalkırıklığı, depresif bir şey tabi, onca çabanın sonunda çalışmaların fırından kırık çıkıyor ve o an kuvvet bulup nasıl tekrar başa dönüp yapabileceğimi bilemediğim zamanlar oldu.

Serginizin adı ‘Arche’ adını taşıyor. Felsefede ‘ilk’ ya da ‘başlangıç’ olarak bilinen bir kelime. Siz hangi anlamlarda kullanıyorsunuz?

Psikolojide "özbenlik" kavramı ile yakın temas içinde olan ARCHE bizim içimizdeki en derin temel noktadır. Varoluşun en güzel ve eksiksiz formudur. İnsanlar hayatları boyunca bunun arayışındadırlar ama büyük çoğunluk yanlış yerlere bakar, yanlış yerde arar. Ruhun dili en yoğun dildir. İşte Arche, bize bunu hatırlatır. Heykellerimin bu noktaya dikkat çekmesini istiyorum, hepimizin ihtiyacı olan geçmişten gelen en temel ihtiyacımızla bizi karşı karşıya bırakması/ yüzleştirmesi... Seramik heykellerim içimizde yaşayanın ne olduğunu göstermeyi, ifade etmeyi ve içselliği izleyici ile paylaşmayı deniyor. Umarım ziyaretçiler bunu görebilirler, anlayabilirler, farkına varabilirler.

İşlerinizde bulunduğu söylenen varoluş’un karmaşık yapısını ve aynı zamanda onların sessiz ve dingin duruşunu nasıl algılamalıyız?

Cevap bulmayı çok istiyorum ama hiç cevap verilememiş bir soru, bu yüzden hayallerime devam edeceğim. Beni yaşatan –tam ifade edemesem de- Otantik şiir güzelliği ve insan sevgisi. Sadece bunlar var elimde… Sonsuz evrende sevgi dolu insan olmak ve bunu ifade etmek, bu olgunun tanrı olduğunu düşünüyorum. Ya da sanırım tanrıyı anlamak demek de bu olmalı.

16 Aralık 2011 Cuma

'Plansız şehrin şiirselliği'

Emre Tandırlı,"Süpriztepe" adlı sergisinde plansız kent mimarisini ve İstanbul'u lirik bir manzara resmi gibi kurguluyor. "Beton yığını" ifadesine alternatif bir bakış getirdiğini söyleyen Tandırlı, Mabeyn Galeri'de 31 Aralık'a kadar sürecek sergisiyle ilgili sorularımızı yanıtladı

15 Aralık 2011 Perşembe, 09:48:06 Hülya Küpçüoğlu/HaberTürk Gazetesi

“Sürpriztepe” adı nereden çıktı?

Daha önceki sergilerimde de İstanbul kentinin çok göz önünde olmayan semtlerini ele alıyordum. Bu sergide “tepe” sözcüğü ile biten semtlere gönderme yaparak, böyle bir isim belirledim. Bir de şöyle bir düşüncem vardı; öyle bir kentte yaşıyoruz ki, kentin ana caddelerinden ayrılıp sokak aralarına girdiğimiz zaman, bu yolların sonlarında inanılmaz görüntülerle karşılaşıyoruz. Özellikle plansız gelişen kent görünümleri ile adeta görsel bir şölen havasında da algılanabiliyorlar. Söz konusu bumuhteşemgörüntülerin resimlerini yapmaya çalışıyorum. 18. ve 19. yüzyıl Batı resminde doğanın şiirselliğine, yani pastoral ifade biçimlerine sıklıkla rastlamaktayız manzara resimlerinde. Ben bu ifade biçimini plansız gelişen bu içinde yaşadığımız kente uyarlamaya çalıştım. Başka bir deyişle, plansız gelişen dokunun şiirselliği üzerine gitmeye çalıştım. Söz konusu gizemli ara sokakların derinliklerinde karşımıza çıkan, bir yamacın bitip başka bir yamacın karşımıza gelmesiylemüthiş panoramaların oluştuğunu ve bunun her defasında değişik iklimve ışık koşullarında sürprizle örülü olduğunu belirtmek isterim. Ancak tabii ki bu sürprizler sunanmuhteşemsemtlerde yaşayan insanların daha çok işlevselliğe adanmış yaşamtarzları söz konusu.


‘RESİMLER HİCİV BARINDIRIYOR’

- “Bu semtlerde yaşayan insanların işlevselliğe adanmış yaşamtarzı” derken neyi kastediyorsunuz?

İşçi sınıfını ve o bölgelerdeki ekonomik koşulları da düşünürsek daha işlevselliğe dayalı bir yaşamsöz konusu. Kendi içinde estetiğe önemvermeksizin, sadece kolonları veya tuğlaları ile çıkılan binalardan oluşan bir bölgeden bahsediyoruz. Dolayısıyla, karşı yamaçtaki görüntülerin estetiği bu insanların pek de umurlarında değil. Ama bir o kadar da bu şiirselliğin içinde yaşayan insanlar bunlar. Dolayısıyla, bu insanların semtlerini konu alıyorumve içinde az da olsa hiciv barındırıyor bu resimler.

- Serginin sinema ile olan bağlantısına gelirsek...

Ben Nuri Bilge Ceylan’ın filmlerindeki resimsel etkiler üzerinde duruyorum. Nuri Bilge Ceylan’ın filmlerinde idealize edilmemiş gerçekçi bir aktarımvar. En son filmindemesela, “Bir Zamanlar Anadolu’da.” Başka hiçbir filmde öyle gömleği dışarı taşmış bir polis göremeyizmesela. Courbet’nin toplumsal gerçekçiliği gibi... Çok dobra bir üslup ve ifade biçimi var.

-Peki, sizin resimlerinizde idealizasyon varmı?

Yollardan geçerken, bu tür manzaralarla her zaman karşılaşırız. Bu rutin içerisinde, her gün gelip geçerken gördüğümüz bu imgelere karşı bir körleşme, kanıksama söz konusu. Hep “beton yığını” nitelemesini kullanıyoruz. Ben biraz buna karşı da bir duruş sergilemek istedim. Onu, alternatif bir imgelemşeklinde izleyiciye sunmayı seçtim. Yani benimresimlerimde bir idealizasyon var. Ama bu güncel estetiğin sentezi niteliğindeki tanımsız bir idealizasyon.

21 Kasım 2011 Pazartesi

"Çaba harcamadan para kazanma hep ilgimi çekti"



Çağdaş resim sanatının temsilcilerinden Bubi, geçmiş dönemlerinin bir özeti şeklinde kurguladığı, ağırlıklı olarak kendi portrelerine yer verdiği ve "100 Bubi Parası" olarak adlandırdığı yeni işlerini İstanbul'daki farklı galerilerde sergiliyor

Hülya Küpçüoğlu/ 21 Kasım 2011 Pazartesi, 11:39:20




◊ Farklı dönemleri olan bir sanatçısınız. Bu kez sizi paralarla ilgili çalışırken görüyoruz. Parayla ilgili serinize niçin başladınız?

Para için başladım...

◊ Para için mi?
Kalpazanlık her zaman ilgimi çekmiştir. Define arama-bulma hayali gibi bir şey bu. Fazla bir çaba göstermeden büyük paralara dolayısıyla da imkânlara kavuşmanın hayali.

◊ Kalpazanlığa mı soyunuyorsunuz?
Hayır giyiniyorum. Bugüne kadar ürettiğim 20 civarında dönemin ayrı ayrı çeşitlemelerini çizerek izleyenlere bugüne kadar neler yaptığımı da göstererek hatırlatmış oluyorum.

◊ Yani çalışmalarınızı yeniden kurguluyorsunuz diyebilir miyiz?
Evet ama aynı zamanda bu bir nostalji. Anılarımızı anlatırken nasıl uyduruyor yani yeniden yazıyorsak ben de bu işlerde geçmişi yeniden yapılandırdım. İşin komik tarafı doğrusunun ne olduğunu veya doğrusunun hangisi olduğunu bilmiyorum.

◊ Kitabınızı incelediğimde farklı dönemlerinizi görmüştüm, ancak sanki siz daha çok kafesli işlerinizle biliniyorsunuz, değil mi?
Evet haklısınız. Diğer dönemlerimin yeterince tanındığı söylenemez. bu paralar bir açıdan yeniden üretilmiş bir retrospektif olarak tanımlanabilir.

◊ Bu aynı zamanda yeni bir dönemin habercisi diyebilir miyiz? Yani farklı çalışmalar da olacak mı?
O anın duygu ve düşüncesi içinde kendiliğinden ortaya çıkan açılımlar olabilir. Dahası hiç bilmediğim sokaklara dalabilirim. Her zaman söylediğim gibi nereye gittiğini bilmediğim bir otobüse binip uykuya dalmayı sonra da bilmediğim bir yerde inip bilmediğim yerleri gezip bilmediğim kişilerle tanışıp bilmediğim yemekleri yemeyi kısaca bilmediğim tatları tatmak istiyorum bilmediğim bir şeyi anlatmak çizmek boyamak. Evet sanat sanki böyle bir şey.

◊ Her bir paranın birbirinden farklı olduğunu görüyoruz...
Evet, birbirinden tamamen farklı 200 tane para. Bir açıdan "100 BUBİ PARASI''nın "199 tane kalıbını boyuyorum. Pullarda ve paralarda hatalı basılmış ve fark edilmediğinden kullanıma girmiş "error' diye tanımladığımız örnekler gibi. Benzeri olmayan tek üretimler bu paraların her biri.

◊ 200 tane olmasının bir anlamı var mı?
200 tane olmasında belli bir neden yok. Bu paraların tüm gelirini bir yere bağışlamayı düşünüyorum. Yekûnün bir anlam ifade edebilmesi için 200 tane yapıyorum.

◊ Teknik ve ölçü anlamında farklı olsa da Rembrandt'ın oto portre rekorunu kırıyorsunuz...
Nitelik açıdan olmasa bile sayısal olarak 400 portre ile Rembrandt'ı geçmiş oluyorum. Yine de paralardaki portrelerin Rembrant'tan çok Marcel Duchamp'ın Mona Lisa'ya bıyık takan jestüel tavrına daha yakın olduğunu söyleyebilirim.

◊ Paraları nasıl sergileyeceksiniz?
Paralar çift yönlü olduğundan arkalı önlü örneğin masa üstünde sergilenmeye el veren pleksiden bir sistem yaptık. Bu sayede paralar her tip düz yüzeyde sergilenebilir hale geldi. Paraları bu ay başta Galeri Merkür olmak üzere aynı anda birçok galeride sergileyeceğim. Bu tavır da bir ilk olacak sanırım...

◊ Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Erotik çağrışımları olan işler de var ve onları üretmek hoşuma gidiyor. Özellikle benim gibi taşıyıcı olmayan bir sanatı savunan bir kişinin bu tip işler yaparak kendine karşı yürümesi ilginç. Ayrıca kendi portrelerim dışında başka kişilerin portrelerini de kullandığım paralar var. Örneğin İlhan Berk'in Sabri Berkel'in yanı sıra daha birçok kişinin portrelerini de kullandım.