23 Temmuz 2010 Cuma

BEYAZ VE SİYAH

Türk Çağdaş Sanatı’nın önemli isimlerinden Süleyman Saim Tekcan Işık Üniversitesi Maslak Kampüsü Sanat Galerisi’nde Mayıs ayı içinde ‘Beyaz ve Siyah’ adıyla bir sergi açtı. Sergide, sanatçı kendi sanat yolculuğundaki farklı dönemlere gönderme yaparken, gündemi de sorguluyor ve bir yandan da Işık Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Dekanlığı’na bir veda niteliği taşıyordu. Sergi ile ilgili Tekcan’la bir görüşme yaptık.

Hülya Küpçüoğlu

‘Beyaz ve Siyah’ serginiz, daha önce gerçekleştirmiş olduğunuz ‘Beyaz/Siyah’ sergisine atıfta bulunuyor mu?

‘Beyaz ve Siyah’ sergisini açarken, geçmişte yaptığım ‘Beyaz/Siyah’ sergime de gönderme yapmasın istedim. Orada soyutla gelenekselin buluşması hangi anlamda kullanılabiliri anlatmak istedim. Çalışmalarımda Anadolu uygarlıklarıyla ilgilendiğim bir süreçten geliyorum.

Evet, Çalışmalarınız genel olarak tüm Anadolu uygarlıklarıyla ilgili…

İnsan kelimelerle düşünür. Bu kelimeler insanın kendi dilinden ve kendi kültüründen süzülmüş kelimeleri oluyor. İnsan kendi kültürü ile ilgili geniş bir yelpazede kelime bilgisine sahipse, konuşması da o denli derin ve anlamlı oluyor. Türk sanatçısı nasıl olmalıdır konusunda, aslında bizden önceki kuşakların da ciddi çalışmaları var. En önemli sözlerden bir tanesini de Nurullah Berk söylüyor; Berk, bir sergi götürüyor Paris’e, sergiye birçok Türk ve Fransız eleştirmen geliyor. Orada bir eleştirmen serginin komiseri Berk’i buluyor. Nurullah Berk Fransızcayı iyi konuşurdu. Soruyor eleştirmen; ‘Mösyö Türk sergisi nerede?’ Bu soruyu sergi mekanının içinde soruyor. Nurullah bey ‘İşte bu mekanda, tüm bu gördüğünüz eserler Türk sanatçıları’nın eserleri’ diyor. Eleştirmen ‘Ama nasıl olur’ diye yineliyor hayretle ‘Bu sergidekilerin çoğu Picasso’ya, Matisse’e, Braqu’a benziyor. Türk sanatı nerede?’ Bu anlamlı ve yaşanmış hikaye ya da anı demek daha doğru, bizim bu atölye içerisinde pek çok sanatçı ile yıllarca tartıştığımız bir çok konunun temelini oluşturan bir mevzuu oldu. Türk sanatının kendi köklerinden çıkması gerektiğini baştan beri savunan bir sanatçıyım ancak bunun nasıl olması gerektiği üzerine bizler çok kafa yorduk ve defaeten tartışmalar yaptık, düşündük, değerlendirdik.

Peki sizce çağımızın sanatçısı geleneğe nasıl bakmalı?

Şimdi gelenekten çağdaşa söz konusu olduğu zaman, çok hassas olunması gereken bir konu var. Gelenek, birebir bir şeyleri almak ve bir şeyleri tekrarlamak üzerine kurulur, gelenek devamlılık içerir. İçinde yaratıcılık olmayan veya yaratıcıktan ziyade işçilik gerektiren bir nitelik taşır. Biz eğer minyatür, tezhip veya hat sanatlarından bahsediyor isek burada geleneği dikkate almamız gerekir çünkü bu sanatlar gelenekseldir ve bu geleneklerin yeni üretimlerde titizlikle korunması ve gözetilmesi esastır, çünkü yaratım tamamlanmıştır, bir gelenek oluşmuştur, eklemlenme yaratım boyutunda değil, üretim boyututnda olmalıdır, ancak çağımızın sanatçısı ne olmalıdır? Sorusuna geldiğimizde durum farklılaşır. Burada açılan sergiye gönderme yapıyorum desem de aslında herhangi birilerini rahatsız etmek için birşey söylüyor değilim, sadece senelerce bu konunun izlekçisi, takipçisi ve savunucusu bir sanatçı olarak, deneyim ve birikimime, bunu da salt kendimin değil, geniş bir Türk sanatçısının görüş ve düşünce birikimine dair saydığımdan dolayı kollektif bir belleğe saygım ve sorumluluğumdan dolayı bazı noktaları tespit etmek ve ifade etmek adına söylüyorum. Gerçeği bulmak ve yerli yerine koymak açısından bizim olaya bakmamız lazım. Onun için tekrar soruyorum; acaba çağdaşın nasıl gelenekle ilişkisini kuracağız? Gelenekten çıkıp nasıl çağdaşı yakalayacağız? Çok hassas bir konu bu. Burada bence uzun bir maraton içerisinde sanatçıların sanat üretimlerini, yaratımlarını izlemek ve değerlendirmek gerekliliği var. Yoksa ben gelenekten nemalanayım ve onunla resim yapayım dediğinizde olmuyor. Kolaj yapmak başka bir şeydir, özümsemek ve bu özümsediğiniz kültürü kendi dilinizin temeli haline getirmek başka bir şeydir. Bu noktada Elif Naci’nin söylediği bir şeyi hiç unutmuyorum. ‘Eski yazı kullanmak istedim resmimde ama o eski yazı benim resmimde düzgün durmadı’ diyordu. Yani siz eğer eski yazıyı alıp aynen kopya ederseniz bir resmin içerisine o çağdaş bir resimle bağdaşmayabilir, orada yabancı kalır ve ne rezminizle buluşur, ne kendi dilini konuşur, yabancı kalır. Ya da bir eski yazı üzerine resim yaparsanız, o da başka zorluklara gebedir. Kolaj aslında çağdaş resimde çok kullanılan bir tekniktir ancak bu tekniğin malzeme ilişkisi çok dikkatli kurulmalıdır. O resmin içerisine koyduğunuz her bir ögenin, o resmin bir parçası olması lazım. Burada hassas bir nokta var ve bu noktayı vurgulamamız lazım.

Işık Üniversitesi Maslak Kampüsü Sergi salonunda gerçekleştirdiğiniz sergi aynı zamanda sizin Dekanlık görevinize bir veda niteliği de taşıyor…

Bunu ben şöyle de düşündüm. Işık üniversitesi 125 yıllık geleneği olan bir okul, onun için şu anda gündem de olan ‘gelenekten çağdaşa’ temasını benim beyaz ve siyah resimlerimle, çünkü orada da gelenekten çağdaşa bir gidiş var, buluşturmak istedim. Biraz oradaki sergi bu amacı da taşıyor.

Peki Beyaz ve Siyah’a gelirsek…

Buna belki ak-kara da denilebilir. Akla karayı tartışmak da denilebilir… Sanat dediğimiz şeyin özünde de siyah ve beyaz var. Önce ak ve karanın ne olduğunu görmek gerekiyor. Ben de biraz bunu göstermek istedim. Fevziye Mektepleri Vakfı’nın daha önceki isimleri ve bugün Işık Okulları dediğimiz, Işık Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakülteleri bile biliyorsunuz isim olarak gelenekten çağdaşa doğru giden bir isim. Işık ismini de Atatürk koyuyor. Atatürk’ün onayladığı bir isimle Işık oluyoruz ve gelenek çağdaşa bir yerde Işık’ta böyle ulaşırken, ben de resimlerimde gelenekten çağdaşa böyle bir ulaşımı uygun gördüm ve öyle çakışsın istedim. Anlam olarak böyle bir içerik var. Buradaki sergide sanatımın sadece bir dilimi var. Ama bütün bu dönemler içerisinde, benim baştan en son noktama kadar olan düşüncemde, resimsel yapı içerisinde geleneksel kültürümüzün özümsendiği fakat çağdaş ifade edildiği bir yapı oluşturmaya çalışıyorum. Bu benim bütün dönemlerimde vardır. Sadece Osmanlı değil Hitit ve Anadolu uygarlıklarının tümü de var… Onun için kültür dediğimiz zaman böyle algılıyorum ben. Öbür taraftaki sergiye baktığımız zaman, orada belli ki akıl yormuş çok sanatçı da var. Ama o sanatçılardan farklı olan nokta, Anadolu’daki belirli dönemlere ait bir kültürün değil, bu topraklardan gelmiş geçmiş tüm kültürlerin beni ilgilendiriyor olması. Tek tek şu kültüre yakın resimler yapayım diye hiç düşünmedim. Veya o kültürlerin tekrarını yapayım diye de düşünmedim.

Türk sanatçılarının kendi köklerine çok fazla ilgi duymamasını neye bağlıyorsunuz?

Sanat olgusu yaratmaya dayalı bir olgudur. Sanat yaratmak, icra etmek değildir. Siz Beethowen’ı çalarsanız sanatçı olmazsınız, icracı olursunuz. Ama Beethowen olmak başka bir şeydir. Ya da Mozart’a geleyim daha güzel bir örnek vermek açısından. Mozart’ta eski kültürlerden yararlandı. Onun Türk Marşı tamamen bizim Osmanlı dönemindeki mehter marşından çıkar, ama kendine has bir yaratıdır. Onun için mevcut kültürlerden yararlanmak ama özgün eserler yaratmak sanatta vardır. Mesela Picasso’da böyle alıyor. Bakıyorsun Afrika kültüründen alıyor ya da yunan sanatından alıyor ama Picasso oluyor. Bence bu ayırıma çok dikkat etmek lazım. Ama siz eğer herhangi bir sanatçının yaratısında alt yapısı oluşmuş bir şeyi benzer bir şekilde görüyorsanız, o zaman o eseri üreten kişi, sadece o enstrümanla o sanat eserini yeniden icra eden, kendi yorumu ile aynı notaları yeniden çalan kişi oluyor. Onun farkını kavramak lazım.

Türk resim sanatında bir yandan resim çalışmalarını yaparken bir yandan özgün baskı çalışmaları yürüten çok sayıda sanatçıya da rastlamıyoruz…

Sanatçının özgün baskı tekniklerinden birisini kendisini ifade etmek için kullanması baktığımız zaman neredeyse orta çağdan beri var olan bir olgu: Goya, Dürer veya başkalarını da sayabiliriz. Bu sanatçılarla başlayan bu geleneğin iki farklı motivasyon noktası var, birincisi çoğaltma ve bu çoğaltma yolu ile daha geniş ve farklı bir sosyo ekonomik güce sahip kesime eserleri ulaştırma amacına dönük özgün baskı tekniklerini tercih etme durumu var ki özellikle Goya buna çok iyi bir örnektir, yaşadığı dönemde sanatçının sosyal ve siyasi kimliği burada çok belirliyici olmuştur ya da ikinci bir itici durum da sanatçının resimsel anlatımını o teknikle dile getirme amacına yönelik seçim yapması olarak görebiliyoruz. Son 50-100 yıl içerisinde birçok sanatçı bu alandaki atölyelerden yararlandı. Türkiye’de ise sanatçıların böyle bir atölye imkanını bulması ilk kez 1970’lerin başında, ancak İMOGA’nın geçmişi olan atölyelerle olabildi. Bugün Türkiye’de dünyanın sayılı müzelerinden olan İMOGA içerisinde üretilen tüm işlerin %90’nı bu atölyenin imkanlarında sanatçıların gelip kendilerini ifade etme aracı olarak, baskıyı kullanma imkanlarını onlara sunan IMOGA ile oldu ve bu bağlamda bu atölye Türkiye’de özgün baskı sanatının gelişmesi ve yerleşmesi konusunda çok önemli bir işlevi yerine getirmektedir. Ayrıca İMOGA dünya üzerinde bu alandaki müzeler içerisinde bugün çok önemli bir yere sahiptir. Bir de Türkiye’de müze kültürü yeni. Ne hükümetler ne yerel yönetimler ne de zenginler, zenginlerimizin son yıllarda yaptıklarını bir tarafa bırakırsanız ki burada sanata hizmet dışında da önemli motivasyonlar mevcuttur yine de bu şekilde olması sevindiricidir, Türk insanının kültürel gelişimini sağlayabilecek bu yapıları, yani müze yapılarını oluşturmakta ülkemizde çok geç bir yapılanma söz konusudur. Müze binası inşaatı olarak yapılan ilk inşa içinde bulunduğumuz bu binadır biliyorsunuz, bunu da övünerek söylemiyorum, üzülerek söylüyorum, son derece mütevazi imkanlarla gerçekleştirilen bir durum bu. Bugüne kadar ülkemizde hep eski binaları restore ederek müzeler oluşturuldu. Hala da öyle oluşturuluyor. Ama Batılı ölçeklerde ki artık doğuda da birçok örneğini görebiliyoruz, bir müze Türkiye’de maalesef hala yapılamadı.

Neden yapılamadı?

Siz toplum bilinci ve toplumsal gelişim politikası olarak insanınızın yaratmaya yönelik yetişmesini istiyorsanız Avrupa’da rönesansla yaşanan süreçteki düşünce devriminin örneklediği: ‘düşünebilen’, ‘sorgulayan’, ‘eleştiren’ ‘özgür’ bireylerin oluşturduğu bir toplum ve insan yapısı hedeflersiniz ve bunun alt yapısı da ancak sanat ve sanatçı ile mümkündür. Eğer yaratmayı engelliyorsanız, ‘Orta Çağ’ zihniyetini koruyor ve gözetiyorsunuz demektir. Bizdeki eğitim politikalarına baktığımızda hep düşünceden korkulan bir zihniyet görürüz, ezber bozan, ya da uç noktaların zorlanmasını sağlayan özgür düşünceye zemin oluşturan eğitime engel olacak biçimde şekillendirilmiş, kısıtlanmış, kontrol altına alınmaya çalışılmış eksik bir eğitim yapısı görüyoruz. Avrupa’yı ortaçağdan Rönesans’a ulaştıran kişiler sanatçılardır. Oysa Türkiye’de ne yapıldı? Köy Enstitüleri gibi ufuk açıcı bir proje tehlikeli bulunup yok edildi, burada korkulan şey düşünen insan yetişmesi idi. Eğitimde mümkün olduğu kadar prototip yetiştirmeye yönelik kalıplar içine sıkışmış, bilgi donanımlı ancak düşünce donanımından yoksun insan kitleleri yetiştirilmeye yönelik yapılara rağbet edildi, bu tip didaktik eğitime dayalı kurumlar çoğaltılırken, mevcut sistemin içinden sanat ve felsefe ağırlıklı, düşünce üretmeye dönük eğitim araçları ayıklandı. Bu, hangi alan olursa olsun aynı zihniyetle yapıldı, meslek eğitimlerinde de din eğitimi verilen okullarda da hep aynı yaklaşım benimsendi. Bu da gelişimin, insanın ufkunu açmanın önünde bir engel olarak bugünün güdümlü ve kontrol altında tutulmaya müsait toplum yapısını korumaya dönük bir politika olarak önümüze çıktı ancak dünyadaki değişim ve dönüşüm, iletişim çağının sınırları yıkan yapısı artık bu çağda bazı değişimlerin önünü kesilemez bir boyuta getirmiştir.

Projelerini hazırladığım ve dönemin sorumlu bakanları ile hayata geçen, Güzel Sanatlar Liseleri bu ufuk açıcı eğitimi veren ve düşünen insan yetiştirmeye dönük tohumların filizlendiği en önemli örnek eğitim kurumlarındandır. Buralarda yetişen insanlar şablon eğitim verilen insanlar değildirler. Sanat eğitimi bu şablon eğitimin dışında kalan, ezber bozan en önemli eğitim alanıdır. Oysa tüm dünya üzerindeki özellikle gelişmekte olan ülkelere empoze edilen, dayatılan eğitim sistemlerine baktığımızda ne görüyoruz? Belli bilgileri vereceksin, o bilgilerle o kişi o bilgileri taşıyabileceği, nesilden nesile aktarabileceği bir kuruma gidecek ve kurulu sisteme hizmet edecek. Bu ne demektir? İnsanları köleleştirmek, bir yığın köle insan ve o köleleri yöneten insan yetiştirmek demektir. Sanat bunun dışında bir durum önerir. Sanat farklı bir düşünce, farklı bir düşünce sistemi, şablonu olmayan bir eğitim sistemidir. Bireyin salt kendisi olmasını gerekli kılan bir sistemdir. Onun için Türkiye’deki sanat eğitimine ve bu eğitimin bir parçası olan müzelere çok önem veriyorum. Haytımın en önemli misyonu, özgür bireyler, düşünen ve yaratan zihniyetler, sanatçı insanlar yetişmesine ve bu ülkenin, bu insan kaynağı ile ‘yönetilen’ değil kendi hayatını seçen ve yöneten insanların yaşadığı bir ülke olmaya doğru yönünü belirlemesine katkıda bulunmaktır.

(Bosphorus Sanat Gazetesi Temmuz 2010 sayısında yayınlanmıştır)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder