28 Temmuz 2011 Perşembe

'Hayao Miyazaki bizim evdeydi'

Mine Sanat Galerisi Caddebostan’da Azime Sarıtoprak’ın ‘Miyazaki Buradaydı’ adlı sergisi metropol dışı bir dünyayı sunuyor. Japonya'nın Walt Disney'i olarak tanınan ünlü Japon anime ustası Hayao Miyazaki'den etkilendiğini belirten sanatçı, hayali mekanlar yaratıyor.

Gazete Haber Turk/ 28 Temmuz 2011/ Hülya Küpçüoğlu

Animelere olan ilginiz nasıl başladı?

Animeler aslında her zaman ilgi alanımın dahilindeydi. Zaten sürekli çizgi filmler izliyordum. Ancak Miyazaki ile tanışmam tesadüfen gerçekleşti. Bir gün gazetenin yayın akışı programında “ Komşum Totoro”nun yayınlanacağını gördüm, izlerim diye düşündüm. Fakat sonradan onun bir önceki güne ait program olduğunu ve yayınlandığını öğrendim. Bir arkadaşım bana Miyazaki’den bahsetti ve başka filmleri olduğunu söyledi. Bende büyük bir merakla tüm filmlerini edinmeye başladım. Sonrasında benim için vazgeçilmez bir tutkuya dönüştü. Ghibli Stüdyolarının başka filmlerini de izledim, fakat hiçbiri Miyazaki’nin verdiği hissi vermedi…

Resimlerinizi yaparken etkilendiğiniz Miyazaki anime konusunda oldukça meşhur. Onun animelerindeki duygusallık sizin resimlerinize ne şekilde yansıdı?

Bu filmler paralelinde resim yapma isteğim, o anda bir ruh ortaklığı kuruyor olmamdan geliyor. Çünkü filmlerdeki duygular, manzaralar; içimde var olan dünya ve bugün özlemini yaşadığım köyüm ve çocukluğumla çok paralel. Resimsel üretimlerimde zaten bu özlemime bir çözüm yolu bulmaya ve bu çözümü kendi kendime sunmaya çalıştığım için; filmler bu noktada bana iyi bir çıkış noktası oldu. Özellikle “Ruhların Kaçışı” ve “Komşum Totoro” en büyük ortaklıkları yakaladığım filmler…

Miyazaki filmlerinde belli ögeleri yineler. Sizde de yinelenen formlar ya da bu anlamda yaklaşımlar mevcut mu?

Özellikle yapmasam da, resimlerimde biçimsel olarak birbirini takip eden, kardeş olan formlar mevcut. Bunun daha çok resim yapma biçimimden kaynaklandığını düşünüyorum. Her resmimde hemen hemen aynı teknik üzerinden gidiyorum. Değişen renkler ve lekelerle beraber zaman zaman da bir önceki resimden benzer parçalar ortaya çıkabiliyor. Bunun yanında bilinçli olarak tekrar ettiğim unsurlar da var tabi. Daha çok desenlerimde ya da resme eklediğim desensel öğelerde görülebilecek; evler, ağaçlar, elektrik telleri, bulutlar vazgeçemediğim unsurlar.

Animelerde figürlerde net biçimde görülür. Sizin Resimlerinize figürlerin oldukça soyut yansıdığı görülüyor…

Bu aslında çok normal, çünkü animelerden biçimsel olarak değil, duygusal olarak etkileniyorum. Burada elbette ki biçimlerin benim için etkisiz olduğunu söylemiyorum, onlar ortak duyguyu yaşamam konusunda çok önemliler. Ancak bunu ortaya koyarken, kendi üretim dilimde ve kendi içselliğimde bir şeyler yapıyorum. Hatta öyle ki; Miyazaki filmlerinde daha doğal renkler kullanarak, izleyicinin olayların ve mekânların gerçekliğine inanmasını ister. Benim, bir olay kurgulamadığım ve kimseyi bir şeye inandırmak istemediğim için böyle bir kaygım yok. Dolayısıyla biçimsel olarak kendimi olabildiğince özgür hissedebiliyorum.

Biraz da sergi afişinizden bahseder misiniz?

Afişim benim için iyi bir deneyim oldu aslında. Bu tür çalışmalarım küçücük bir defterdeki desenlerimden ibaretti. Bu desenlerden bir afiş yapma fikri, galeride ki sanat tarihçi arkadaşımız Oğuz Alp’in önerisi ile oldu. Bende hemen denemeler yapmaya başladım… Resimlerimi evimizde ürettiğim için, evimizi, eşimi, annemi, kedimizi resmettim. “Miyazaki Buradaydı” söylemine de çok uyduğunu düşünüyorum. Yani aslında Miyazaki bizim evdeydi.

19 Temmuz 2011 Salı

'Beni Bağrına Bas' sergisinde cevaplar yok, sorular var

Patricia Piccinini, GAZETE HABERTÜRK'ten Hülya Küpçüoğlu'na konuştu


GAZETE HABERTÜRK / HÜLYA KÜPÇÜOĞLU

Patricia Piccinini’nin Arter’de 21 Ağustos’a kadar sürecek “Beni Bağrına Bas” adlı sergisi son zamanların en çok ilgi çeken sergilerinden biri. Doğa ve teknolojiyle ilişkilerimizi sorgulayan Piccinini ile heykellerini ve sergisi etrafında şekillenen kavramları konuştuk.

Serginizin adı “Beni Bağrına Bas”. Sergide sanki farklı dünyalara aitmiş gibi duran figürlerle karşılaşıyoruz. Karşımızda nasıl bir dünya var? Ya da siz nasıl bir dünya kurgulamaya çalışıyorsunuz?

Bu figürlerin çirkinliği ya da tuhaflığı, bizi onlardan uzaklaştırıyor ama bizim onlarla empati kurabiliyor olmamız, bizi bu işlere yaklaştıran ve sevdiren şey aynı zamanda. Benim ilgilendiğim şey, bizden başka türlerle ve hatta bizim yarattığımız yeni türlerle bağlantı kurmak, bir arada bulunmak. Eğer empati kurmayı başarabilirsek onların neye ihtiyacı olduğunu anlayıp, onlar için daha doğru kararlar verip, onların iyiliği için bir şeyler yapmaya başlayabiliriz. Aslında daha şiddetli şeyler uygulayarak, çalışmalarıma daha çirkinlik, daha ucubelik katarak insanları kışkırtabilirim. Ama bunu tercih etmiyorum. Benim duygularımı aktarma üslubum bu. İzleyicinin iki açıdan bağlantı kurmasını istiyorum. Birincisi belki ilgilenip, merak edip, bunun hakkında okuyup araştırmaları, yani ilgilerini çekmek istiyorum. İkincisi de, duygularıyla iletişim kurmalarını sağlayıp, bu türlere daha iyi bakmayı öğrenmelerini...

Az önce konuşurken bu yaratıkların ihtiyaçlarından bahsettiniz. Bu yaratıkların neye ihtiyacı var?

Yaratıkların değil aslında doğadaki türlerin ihtiyaçlarından bahsediyorum. Yeni canlılar yeni hayatlar yaratıyoruz. Onların sevgiye ihtiyaçları var.

Sergi 3 kata yayılıyor. Her katı birbirinden farklı. Bize sergi düzeninden bahsedebilir misiniz?

Merak uyandırmak üzerine kurulu bir düzen bu. Bir yandan da izleyiciyi doğayla ilgili düşündürmek istiyorum. Giriş katı, tüketim ürünlerinin çekiciliği üzerine kurulu. Motosiklet, kask gibi parlak ve çekici olan malzemelerden oluşuyor ve tüketim ürünlerinin bizde yarattığı duyguya benzer bir his yaratmaya çalışan işler. Yüzeysel bir çekicilik aslında, bunun altında bir şey yok. Ama yine de bunu seviyoruz ve bize çekici geliyor. Biz, arabaların bize ve doğaya verdiği zararları biliyoruz ama yine de araba sahibi olmak istiyoruz. Giriş katında sandalyelerin üzerinde duran bir çocuk var. Biz ne yapıyoruz diye bize bakıyor. Bu çocuk geleceği temsil ediyor. Televizyonlardan oluşan enstalasyon ise bize bugün artık kimin toprak sahibi olduğu değil kimin medya sahibi olduğunun daha önemli olduğunu düşündürtüyor. Diğer kat doğa ile ilgili ve bu katta hayvanlar var. Soyun tükenmesi ile ilgili. Bugün çevreye verdiğimiz zararın önüne geçebilmemiz için, nereye kadar bu zararın devam edeceğini gündeme getirmek için yaptığım işler. Bir şeyleri düzeltmek için başka bir şey yapıyoruz ama başka bir yerde başka bir şeyi yok edebiliyoruz. Son kat evle ilgili. Tüm kat bize tanıdık gelecek bir evin içi şeklinde düzenlendi. Kendinizi iyi hissedeceğiniz bir ortam var burada. Bu yaratıkları çirkin olsalar bile sevebilecek miyiz? Mutlu görünüyorlar ama belki de başka bir şey var. Karışık durumlar var. Teknoloji hayatımızı kurtaracak mı? Doğa teknoloji ile dönüşüme uğruyor.

Az önce çevreye verdiğimiz zararın devam ettiğini söylediniz. Sergideki yaratıkları da görünce insan sormadan edemiyor. Sizce bu zarar nereye kadar devam edecek?

Gezegenimizin tarihi, soy tükenmesi olaylarıyla dolu. Hassas, narin bir yerde yaşıyoruz. O yüzden çevre ile ilgili işler yapıyorum. Bu durumlar çok tartışılmıyor. Sadece insanların belli bir çıkarı olduğunda tartışılabiliyor. O yüzden de bunları düşünmek, tartışmak için bir alan oluşturmaya çalışıyorum. Sergide çok sert işler yok. Ben, şunu yapalım, bunu yapalım demiyorum. Aynı şekilde ben insanları şok eden işler de yapmıyorum. Sizi içine alan, sıcak işler yapıyorum. Herkesinki gibi dertleri akla getiren işleri herkes için yapıyorum.

Çalışmalarınızı üretirken birlikte çalıştığınız destek aldığınız insanlar var mı?

Doğa ile ilgiliyim doğa ile ilgili çok şey okuyorum. Gerçek türlerle bağlantısı olan yaratıklar bunlar, omurgaları var hepsinin... Atölyemde benimle çalışan kişiler var. Heykeltıraş, ressam, boyacılar ya da saçları yapan insanlar. Bir işin bitmesi 8-9 ayı buluyor. Tüm detayları hep birlikte yapıyoruz.

Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Herhangi bir konu ile ilgili bir şey hissedersem, onunla ilgili düşünce üretebiliyorum. Sergide cevaplar yok. Sorular var. Temel soru da doğal ve yapay olan nesiller. Doğal ve yapay olan nasıl gelişiyor? Nasıl farklılaşıyor? Teknolojiyi kontrol edemiyoruz. Neye nasıl bakılacağını düşünmemiz gerekiyor. Bu, kendimizi insan olarak nasıl gördüğümüzle ilgili.

(19 Temmuz 2011 Haber Turk Gazetesi)

‘İstanbul ve Los Angeles sanat ortamları birbirlerine paralellik göstermekte’

Arzu Arda Koşar ve Saliha Kasap birlikte düzenledikleri ‘Los Angeles İstanbul Bağlantısı’ adlı sergi geçtiğimiz haftalarda sona erdi. İnsel İnal, Saliha Kasap, Elif Öner, Ozan Oganer, Alper Şen, Carol Es, Gül&Arzu, Marcie Kaufman ve Blair Townsend’in katıldığı sergi ile ilgili Arzu Arda Koşar ile konuştuk.

Hülya Küpçüoğlu/Bosphorus Sanat Gazetesi Temmuz 2011

Los-Angeles İstanbul Baglantisi sergisinin çıkış noktası nedir?

Proje aslında 10 yıllık bir sureç içinde İstanbul’dan Beral Madra, Los Angeles’tan Gül Çağın’in Los Angeles ve İstanbul’da açtıkları sergilerle temelini attığı bir kültürel alışverişin devamı niteliğinde gelişti. 2003 senesinde gene 18th Street Arts Center bünyesinde bir sanatçı insiyatifi olan Crazy Space’in yönetim kurulunda yer alan Los Angeles’lı sanatçı Gül Çağin’ın davetiyle Beral Madra Suture Rupture başlıklı bir sergi organize etmiş ve Los Angeles sanat dünyasını Türk sanatçıların işleri ile tanıştırmıştı. 2005 senesinde Beral Madra ve Max Presneill küratörlüğünde Borusan Sanat Galerisi’nde iadeyi ziyaret niteliğinde Los Angeles’li sanatçıların işleri İstanbul’da sergilenmişti. Daha sonra İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti bağlamında iki senelik bir süreç içinde Gül Çağın ve benim ortak geliştirdiğimiz “Coming of Age” projesi dolayısıyla tekrar İstanbul’daki sanat ortamını solumak imkanımız oldu ve son senelerdeki sanatsal gelişmeler bizi çok heyecanlandırdı. Benim Los Angeles’in Santa Monica mahallesindeki “artist in residence” olarak atölye çalışmalarımı sürdürdüğüm sanat merkezi 18th Street Art Center’in o zamanki Program Direktoru Ronald Lopez de vaktiyle İstanbul’da yaşamış olduğu için benim İstanbul sanat ortamına duyduğum ilgiyi paylaşmaktaydı ve benim 18th Street Arts Center’de Türk sanatçıların sergileneceği bir sergi önerimi severek kabul etti. Sanat Merkezi’ndeki Proje Odası Mayıs 2011’de bana tahsis edilince ben de Sanat Limanı’nda açtığımız sergi sırasında beraber çalıştığımız Saliha Kasap’ı işbirliğine davet ettim.

Los-Angeles ve İstanbul arasında kültür sanat anlamında ne gibi paralellikler ya da farklar var?

Aslında İstanbul ve Los Angeles sanat ortamları birbirlerine çok paralellik göstermekte. Her iki şehrin de Avrupa veya New York’taki sanat piyasalarına nazaran daha mütevazı bir kolektor bazı ve kurumsal desteğe sahip olmasına rağmen bünyelerinde hergün daha da canlanan, dopdolu bir sanat ortamını barındırmakta. Bu nispi bağımsızlığın gerek Los Angeles, gerek İstanbul sanat ortamına daha deneysel işler ve girişimlere meydan vererek oluşturduğu yol açtığı bir avantajı gözlemleyerek iki şehrin sanat ortamları arasındaki bağlantının altını çizen böyle bir sergi düzenledik.

Biraz sanatçıların işlerinden bahsedebilir misiniz?

Müsadenizle ben önce kısaca iki aşamada gelişen küratörlük sürecine değinmek istiyorum. Ilk önce Saliha İstanbul’daki sanatçıları belirledi. Akabinde ben de Los Angeles’ta bu Türk sanatçılarla ortak kaygılar ve estetik dahilinde çalışan sanatçıları tespit edip sergiye davet ettim. İsin enteresan yani Los Angeles’ta bizim sergimizi takip eden haftalarda sanatçıların birbirini seçtiği veya birbirinin işinden esinlenerek işler ürettiği Telephone ve Tel-Art-Phone isimli iki enteresan küratörlük çalışması açıldı. Los Angeles-İstanbul Bağlantısı isimli bu sergimizde Türk sanatçılar ve bunlara paralel çalışmalarda bulunan Los Angeles’li sanatçının isleri yer aldı. Örneğin Türk sanatçı Ozan Oganer’in dantelden yapılma heykel çalışması Los Angeles’li Carol Es’in içinde nakış ögeleri bulunan tuvali ile eslendi. Burada enteresan olan her iki sanatçının da daha saygın kabul edilen güzel sanatlar ve domestik üretim diye ikinci plana atılan elişi kategorilerini birbirine katan çalışmalar üretmesi iken daha sonra her iki sanatçının islerinde aile içi ilişkilerinden yola çıkan, özel konuları işlemiş olması bu iki çalışma arasındaki bağı perçinleştirdi. Alper Sen’in Hakkari’den Ankara’ya gelip hayatlarını cop toplamakla kazananlar insanlar üzerine yaptığı “Cop için Doğuş” isimli belgeseli, Los Angeles’tan Blair Townsend’in kendi evindeki tüketimi sorgulamak amacıyla oğlunun bir iki kere oynayıp ta bir kenara attığı ucuz plastik oyuncakları silindir altında eritip ezerek gerçekleştirdiği haliyle denkleştirince tüketim ve artik temalarının her iki yüzünü de ele alan bir karşılastırma oluşturdu. İstanbul’lu sanatçı İnsel İnal ve İnal’ın öğrencilerinin sokak çocuklarıyla yaptığı söyleşiler sonucu ortaya çıkan el fotoğrafları ve çalışmalarını Los Angeles’ta sürdüren Gül Çağın ve benim gecekondu mahallesindeki gençlik ile geliştirdiğimiz dialog sonucu oluşturduğumuz psikocografi çalışması noktası kollektif sanat üretimi, kamusal sanat, sosyal sorumluluk projeleri niteliği taşımalarıydı. İstanbul’dan Saliha Kasap’ın devasa inşaat alanlarında çektiği fotografları manipule ederek oluşturduğu böcekleri anımsatan çalışmaları ile Los Angeles’tan Marcie Kaufman’in Becher’in endustüriyel fotograflarının üzerini boyayarak yaptığı resimleri ilk mekanik ve organik, makrokasm ve mikrokasm temalarına değinen bir çift çalışma olarak sunuldu. Elif Öner’in yer ve zaman kavramlarının birbirine karıştığı mistik videosu ise gene 18th Street’te sergilenen Andrew Rogers’in earth work çalışmalarına paralel olarak sergilendi.


Projenin farklı 2 şehirden yürüdüğünü düşünürsek, karşılaştığınız herhangi bir zorluk oldu mu?

Serginin küratörlük ve organizasyon yönü son derece keyifliydi. Ancak işin başında sıfır bütçe ile yola çıktığımız için bizi en çok düşündüren işlerin bir kıtadan diğerine taşınması oldu, o yüzden İstanbul’dan daha taşınabilir isler seçmek durumunda kaldık. Fakat sonradan Türk Kültür Vakfı, THY ve Los Angeles Türk Kültür ve Turizm ateşeliğinin de desteğiyle organizasyon daha da gelişti ve kuvvetlendi.

Biraz da haziran ayında gerçekleşen Yarn Bombing’den bahsedebilir misiniz?

Yarn Bombing diğer adıyla örgü graffiti Türkiye’de kuvvetli bir sokak sanatı / graffiti kültürü olmasına rağmen sanırım mevcut değil. Ben aslında graffiti ve sokak sanatına şehir içinde farklı grupların bölgelerinin nerde başlayıp nerde bittiğini araştırırken merak sardım, Oradan da örgü grafitiye atladım. Örgü grafitisi bir sokak direğine dikilmiş bir örgü parçası, bir general heykelinin kılıcı üzerine geçirilmiş tığ işi kılıf, ya da bir ağaçtan sallanan dantel çiçekler olabilir. Amaç giderek betonlaşan şehre bir renk, doku katmak, gelip geceni gülümsetmek ve ya düşündürmek. Örgü grafiticisinin toplumun küstüğü genç, erkek, isyankar, vandal grafitici tanımını genişlettiğini söyleyebiliriz. Yapan 60 yaşında bir teyze de olabilir, 15 yaşında bir genç de. Bu tip grafitinin vandallık olduğu da tartışılır, zira kendi estetiğini başkasına zorlamak açısından bir eleştiri gelebilir ama beğenmeyen örgü grafitisini bir makas darbesiyle uygulandığı mekana hiç zarar vermeden çıkartılabilir. Los Angeles’ta kendim bir iki örgü grafitisi denemesi yaparken bunu yapan bir grupla tanıştım, ve onları atölyemin olduğu 18th Street’I yarn bomb (yumak bombasına tutmaya?) davet ettim. Derken, bir internet sitesi kurup, daveti facebook’tan duyurunda birden kendimi 5 ülkeden 65 sanatçının katıldığı bir organizasyon düzenlerken buldum. Daha geniş bilgi için http://yarnbombing18th.weebly.com


Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Los Angeles İstanbul Bağlantısı sergisini düzenlerken en büyük amacımız başlatılan dialogun devam etmesi, bu sergi sayesinde Los Angeles ve istanbul arasındaki sanat ve kültür alışverişine ivediyet kazandırmak, yeni oluşumların önünü açmak. Hatta bu amaçla Los Angeles’ta Türk sanatçıların bir aylığına gelip çalışmalarını sürdürüp, sergi açabileceği bir uluslararası sanatçı residence programı kurmayı hedeflemekteyiz. Serginin amaçlarından biri uzun vadede yaşama/çalışma mekanı, sanatçı ödeneği, malzeme ödeneği, işlerine yardımcı olacak asistan dahil bir aylık masrafı $5,000 olacak böyle bir program kurmak için gerekli olan fonu sağlayacak bir destek bulabilmek.

‘BİR VARMIŞ BİR YOKMUŞ’

Sibel Begeç Balcı Galeri Artist Çukurcuma’da açtığı sergisinde detaycı, şiirsel, masalsı ve ifadeci bir anlayışın izinden gidiyor. ‘Bir Varış Bir Yokmuş’ adını taşıyan sergide sanatçı çocuk imgeleri üzerinden hareketle, geçen sene gerçekleştirdiği kişisel serginin devamı niteliğindeki işleriyle sanatseverlerle buluşuyor.

Hülya Küpçüoğlu/Bosphorus Sanat Gazetesi Temmuz 2011 sayısı

Resimlerinizin içeriğini gündüz düşleri olarak tanımlıyorsunuz. Bunu biraz açabilir isiniz?

“Gündüz düşleri” terim olarak benim resim yapma sürecimi tanımladığını düşünüyorum. Beyaz boş bir tuvalin karşısına geçiyorum ve düşe yatmaya başlıyorum. Sürrealistlerin resim yapma süreçlerinde olduğu gibi, otomatizmin devreye girmesi ile kendiliğinden çizimlerin varlık göstermesi durumudur. O süreçte bilinç dışılık devreye girer ve gerçek bilinç dediğimiz şey rol oynamaya başlar, korkularım, sevinçlerim, iç sıkıntılarım, git- gellerim, kısacası beni var eden biriktirdiklerimle bir yolculuk yaparım. Çıkılan bu yolculuk bana düşler görmemi sağlar ya da daha önce gördüğüm düşleri hatırlatır. Düş ve gerçek arasında gidip gelmeler, yaşanmışlıklarım resmime dahil olur, ya da yeni yaşam deneyimlerim olur.

Resimlerinizdeki masalsı etkiyi ifadeci bir anlayışla resmettiğinizi söyleyebilir miyiz?

Evet resimlerime bakan kişilerin ilk izlenimleri, masalısı bir dünyaya girdiklerini söylüyorlar. Bu, benim içimdeki dünyanın dışarı çıkma şekli böyle olduğundan olabilir. Masallar avutmak ve büyütmek için yazılır. Bende çizdiğim bu masal dünyaları içinde kendimi, avutuyor, büyütüyor, seyrediyorum, bu durumu yaşamak hoşuma gidiyor galiba…

Resimlerinizde düş-gerçek ya da varlık-yokluk gibi ilişkiler yanı sıra neler ön plana çıkıyor?

Varlık- yokluk kavramları resimlerimin felsefik temelini oluşturuyor. Resim, hem benim var olma alanım, hem de resmin gerçeklik zemininde yokluktan sıyrılıp, varlık gösterdiği bir alan… Düş ve gerçek arasında gidip gelirken, sabırsızlandığım ve heyecanlandığım olur, var olmaları için çaba göstermem ve onları oldukları yerden dışarı çıkarmam gerektiği ve bunun için beni bekliyorlarmış hissine kapılırım … Resimlerimin çoğu hesapsız, rastlantı temelli başlar. Ben onu zorlarım o beni zorlar… Bu sebepten kendiliğindenlik resimlerim için öne çıkan anahtar sözcüklerden biri olabilir. Yine öne çıkan ilişkiler içinde renk önem taşımaktadır. Renk ilişkileri nesne temelli gibi görünse de aslında düş ve gerçeğin bir biri üstüne çıkma, örtme, gizleme çabalarının itiş kakışmaları ile resmin içinde barınmaktadır.

Resimlerinizde şiirsel ve detaycı bir anlayış da var diyebilir miyiz?

Resimlerimde şiirsel bir etkinin varlığını hissettirmesini istiyorum. İkisi de duygu durumlarının aktarılması için önemli aktörler, birlikteliklerini denemek, aynı zeminde varlık bulmasını sağlamak resimsel çabalarımdandır. Bu arada şiir denemelerimde var, şiir yazarken de resimsel bir görüntünün metinle arasındaki ilişkisini yan yana getirmeye çabalarım… Evet detayı seviyorum, resimlerimde bakan kişilerin her bakışında ayrı bir detayı yakalamaları için çabalarım. Sıradan olan şeylerin detaylar sayesinde farklılık kazandığını düşünüyorum. Benim resimlerimde de her şey çok sıradan başlar ve devam ederken bir detay o sıradan olanı bozar. Bunu yapmak, yaparken izleyicinin bu detay karşısındaki durumunu düşünmek hoşuma gider ve beni heyecanlandırır.

Serginizin adı ‘Bir varmış bir yokmuş’. Biraz da sergi ile ilgili bilgi verebilir misiniz?

Evet sergimin içeriği adında gizli …Aynı isim altında bir sergimi Bozcaada Sanat Galerisinde geçen sene açmıştım. Onun devamında Galeri Artist Çukurcuma da ikincisini gerçekleştirdim. Sergide Tuval üzerine akrilik tekniği ile çalıştığım resimlerin yanı sıra, seramik denemelerim de yer almaktadır. Ben farklı zeminlere resim yapmayı seviyorum. Seramikte çok sürprizli, heyecan verici bir malzeme idi, ilgimi çekti. İlk denemelerimi izleyicilerle paylaştım. Bundan sonra da hem seramik hem de farklı malzeme denemelerim olacaktır.

15 Temmuz 2011 Cuma

'Yedi sanatçı ellerine baktı'

Ünlü düşünür Akinolu Thomas'ın 'İnsanın aklı ve eli vardır' sözünden esinlenen 'Ellerine Bak' sergisi Pg Art Gallery'de devam ediyor. Ayşegül Süter, Burak Bedenlier, Burcu Aksoy, Can Ertaş, Didem Ünlü, Gonca Sezer ve Jerome Symons'ın eserlerinin yer aldığı sergi hakkında, seçkiyi yapan Öznur Güzel Karasu ile konuştuk.

Hülya Küpçüoğlu/Gazete Haber Turk 15 Temmuz 2011 Cuma


Sanat kökenbilimsel olarak ‘elle yapmak’ anlamına geliyor. Sergide ‘Ellerine Bak’ derken bu anlamı ön plana çıkardığınızı söyleyebilir miyiz?

“El” dendiğinde akla ilk gelen tabi ki yaratma edimi oluyor. Ama benim burada asıl üzerinde durduğum şey, insanı tarihsel bağlamıyla ele almak. ‘Ellerine Bak’ aslında insanın insanlaşma sürecini algılaması yönünde gerçekleştirmesini istediğim bir eyleme davet olarak da görülebilir. Yani bu sergiyle temel olarak vurgulamak istediğim nokta, ‘eğer yarattıklarımızın bilincinde olursak, gücümüzün de farkında olabiliriz’di. Bu amaçla da ellerini kullanarak üreten insanın dönüşüm serüvenine dair anekdotları bir araya getirmeyi amaçladım.

Tarihsel bağlamı biraz daha açabilir misiniz?

Güncelliğin sanata yansıması ve güncel söylemler üzerinden sergilerin oluşturulması Türkiye sanat ortamında son dönemde sıkça karşılaştığımız bir şey. Bu, olması gereken bir yaklaşım. Ama aynı zamanda tarihsel bakabilmenin de çok önemli olduğunu düşünüyorum. Zira her geçen gün belleklerimize daha fazla müdahale edilen bir dünyada yaşıyoruz. Dolayısıyla tarihsel bakıp, günceli daha geniş bir açıdan değerlendirebilmenin önemini de ele almalıyız. Sanat alanında kendimizi sadece güncel olanla sınırlandırırsak, yarattığımız imgeler dünyası bu güne hapsolur diye düşünüyorum.

Sergide farklı malzeme veya farklı araçları kullanan sanatçılar var mı?

Evet. Video animasyon, fotoğraf, tual gibi farklı disiplinlerde üretim gerçekleştiren sanatçılar bir araya geldi bu sergide.

Sergide yer alan 7 ismin seçilmesinde nelere dikkat ettiniz?

Farklı ifade araçlarını kullanan sanatçıları bir araya getirmek bu sergide olmasını istediğim bir şeydi; sergiyi iyi okutabilmek için ortak bir görsel dil oluşturulması da. Bu çerçevede işlerini bildiğim, takip ettiğim ve keşke benimle aynı fikir etrafında üretim gerçekleştirseler dediğim sanatçılarla hazırladık bu sergiyi.

Son zamanlarda küratör olmak değil de ‘seçki oluşturmak’ daha çok kullanılır oldu. Siz de küratör olarak adlandırmıyorsunuz kendinizi. Bunun nedenini öğrenebilir miyiz?

Pg Art Gallery’nin yöneticiliğini yapıyorum. Galerinin bünyesine alınacak sanatçılar, açılacak sergiler konusundaki kararların hepsini galerimizin sahibi Pırıl Arıkonmaz ile birlikte veriyoruz. Birbirinden kopuk çalışmaların yan yana getirildiği sıradan karma sergiler Pg Art Gallery’nin yapısına aykırı; bu yüzden de galeri olarak her grup sergimizi küratöryel bir yaklaşımla hazırlıyoruz. Dolayısıyla galeri mekanında açılan sergilerimizde bilinçli bir tercih olarak küratörlük vasfını kullanmıyorum. Ama ilerleyen zamanlarda galeri mekanının dışında çıkacağımız sergiler de olacak. Oralarda küratör olarak serginin bir parçası olacağım.

12 Temmuz 2011 Salı

'Galeriler bağımsız bir kale gibi olmalı'


Art Sümer’de gerçekleştirilen “Teşhire İkna II” adlı sergi, sanat eleştirmeni Ayşegül Sönmez’in seçkisi ile karşımızda.

12 Temmuz 2011 Salı, 12:23:59
Gazete Haber Turk/Hülya Küpçüoğlu

“Teşhire İkna II” adlı serginin sanatçı seçimlerini siz yaptınız. Nasıl bir seçki var karşımızda?

Art Sümer Galerisi’nin son sergisi, o galeriden olmayan sanatçıları bir araya getiriyor. Galeri benden bir seçki istedi ve böylece birilerini teşhire ikna etmem gündeme geldi. Art Sümer bunu her sene yapıyor. Bu güzel bir tavır.

Az önce sanatçıları teşhire ikna etmeye çalıştığınızı söylediniz. İkna etmek zor oldu mu?

Kolay olmadı. İkna oldular sanatçılar ama burada asıl önemsediğim şey günümüzde bir sanatçının hâlâ teşhire ikna edilmeye çalışılması. İkna etmeye çalışmayı elden bırakmamak lazım. Herkes o kadar sergi yapmaya hazır ki, hâlâ teşhir edilmeye çalışılan sanatçıların olduğunu görmek, onların ne kadar taze işler yaptıklarını görmek açısından da önemli.

Hâlâ ikna edilmeye çalışılan sanatçıların olması önemli derken, bunun tersini mi görüyorsunuz?

Tabii ki. Bırak ikna etmeyi herkes teşhire hazır. Hatta teşhirci. Hızlı, çabuk kavranılan, gelip geçici zevklerle üretilen işler yapıyorlar. Herkes biraz kişiliğini kaybediyor gibi geliyor bana. Şikâyet eden biri olmak istemiyorum ama bunları görmemiz lazım. İyi şeyler de olmuyor değil.

İyi şeyler olmuyor değil dediniz. İyi şeyleri de öğrenmek isterim?

Teşhire ikna etmeye çalıştığımız sanatçılar mesela... Erkmen, Senan, Emel Akın. Onların dışında Cem Yardımcı, Hülya Bakkal, Zulal Ertürk mesela. İyi sanatçılar. “Yıkım” sergisi mesela, neredeyse imkânsız bir şeyi yaptılar. Geçici, yıkılacak bir mekânda, gerçek bağımsız bir sergi yaptılar.

Son müzayedeler sıklıkla eleştiriliyor. Müzayedecilerin yaz sergisi açıp açmayacağı da tartışılıyor. Siz ne düşünüyorsunuz?

Herkes her işe soyunur elbette. Çok kimlikli olmak güzel bir şey. Ama bunları doğru yapmaya çalışırsak, en azından çalışırsak, bunlar değerli çabalar olur. Müzayede kurumunu eleştirmiyorum, elbette olacak ama ortamda fazla egemen, fazla belirleyici olduğunu düşünüyorum. Sanatçıların ve galericilerin de onların hâkimiyeti altında kalıp kul ilişkisini sürdürdüklerini ve bunda gönüllü olduklarını görüyorum. Halbuki daha mücadeleci daha farklı değerlerin peşinde olmaları lazım. Herkes satma peşinde elbette herkesin paraya ihtiyacı var ama bu kadar da ortamı müzayedeciler belirlememeli. Bazı kaleler kolay teslim edilmemeli. Sanatçılar dünden razı, galericiler evvelki günden razı. Daha direnç gösterecek kişilikler olmalı, mekânlar olmalı. Sonuçta kâr amacı gütmeyen mekânlarımız var ama onların da kendi içinde tekelleşmeleri var. Bunu kıracak olan da galericilerdir nihayetinde. Ama galericiler müzayedecilerle ortak çalışıyor. Bu ortamda ben onların egemenliğinden şikâyetçiyim çünkü üretime yansıyor.

Üretime yansıyor derken?

Bir yazısında Adalet Cingöz de yazmıştı, mesela bir sanatçı yeni bir seri yapıyor. Müzayedede o serisi fazla satıyor. Sanatçının galerisi de dolayısıyla müzayedecisi de “o seriyi yap, o işler çok iyi” diye söylüyor. Belki o işler başka bir noktaya gidecek?

O zaman siz burada topu daha çok galericilere mi atıyorsunuz?

Ben galericilerin özgürlüklerini ve özgüllüklerini kaybetmemelerini istiyorum. Galericiler de birer bağımsız kale gibi olmalı. Farklı koleksiyoner yaratmalılar. Daha farklı, daha karakteristik ve güçlü stratejiler belirlemeliler. Her şeyin yolu müzayededen geçmiyor. Beyoğlu’nda sanatçı arkadaşıma rastlıyorum, “Ne var tezgâhta?” diyorum, “Şu müzayede var, oraya iş yetiştiriyorum” diyor. Sergiye değil, müzayedeye iş yetiştiriyor. Nasıl yani?

‘DAHA İYİ BİR SANAT’

Çağdaş sanat sizce bir kısır kategori haline mi geliyor?

Bunu Baudrillard kaç sene önce ilan etti ama bu durum kendini şimdilerde daha çok hissettiriyor. Şu çok önemli, aynı şeyi düşünmüşlükler üzerinden bir estetik olamaz. Hepimizi kurtaracak olan daha iyi bir sanat, daha iyi bir dünya hayali böyle olmaz. Benzemezlikler üzerinden olur. Bu da aşağı yukarı Baudrillard’ın söylediği bir şey. “Dijital sanat yapmana gerek yok zaten kopya yapıyorsun, daha önce yapılmışı tekrar ediyorsun” diyor. Bu tekrarlara günümüzde fazlasıyla tanık oluyoruz ve bu da acaba estetiği kısırlaştırıyor mu diye soruyorum son dönemde. Yeni bir kategori mi doğacak diyorum. Okur da kuruntulu. Bazen hemen devreye giriyor. Birlikte düşünüyoruz. Artık bir okur var. İyi şeyler oluyor dedim ya, oluyor... Bence en iyi şey artık çağdaş sanatın sansasyonel, hızlı koleksiyoner takipçisinin olduğu kadar okurunun da olması. Körler sağırlar birbirimizi ağırlamıyoruz artık.

5 Temmuz 2011 Salı

'Batı'nın resim, heykel ve müzik anlayışı iç içe'

Ergin İnan'ın, Arte İstanbul Sanat Merkezi'ndeki 'İkisi de Ben...' adlı sergisi 29 Temmuz tarihine dek görülebilir. Sergide resim çalışmaları yanı sıra bronz heykellerini ve bronz rölyef resimlerini de sunan İnan, Batı'da anlayışın farklı olduğunu vurgulayarak heykelin putlaştırılmadığını belirtiyor.

5 Temmuz 2011 Salı

Gazete Haber Turk/Hülya Küpçüoğlu

Heykel çalışmalarınızın geçmişine dönecek olursak nasıl başladığınızı öğrenebilir miyim?

Bir gün bir antikacıda bir şapka formu gördüm. Mesnevi sikkelerindeki o form anlayışı biçimlemesine benzettim ve hemen satın aldım. Sonrasında bu formu ahşaptan ve fiberglastan döktürerek, üzerine resimlerimi yaptım. Daha ziyade mesnevi felsefisi üzerine kurulmuş bir form anlayışından kaynaklanan bir form anlayışı oluştu orada. Benim daha öncede seramikten yaptığım kafalar formu vardı. Sonra onları bronz dökmek istedim. En son heykeller de daha çok mumları elime alıp oynamamla başladı. Biraz şeytani, biraz insanı ve hayvani bedenler ortaya çıktı 33 tane.

Sergide anıtsal etkiye sahip çalışmalar da bulunuyor…

Bronz olarak anıtsal bir etki uyandıran çalışmalar var. Benim kümbet formlarımdan ortaya çıkan biçimler de oldu. Bir de anıtsal tarzda bir böcek heykelim var adı da ‘kutsal böcek’. Böceklerle çok haşır neşir olduğum için bir tane de onlar için bir heykel yapmak istedim.

Sizi daha çok ressam kimliğinizle biliyoruz. Bu sergi ile birlikte resim yanı sıra heykel çalışmalarınız daha yoğun bir şekilde birlikte izlendi. Şimdiye kadar heykellerinizin resim kadar yoğun görülmemesi bilinçli mi yoksa sürecin getirdiği doğal bir akış mıydı?

Doğal bir gelişme var ama doğal gelişmenin içinde her zaman bir bilinç de vardır. Bilinç bence benim resim anlayışımdaki bütünlüğün, resmin nasıl yüzeysellikten çıkıp 3. Boyuta gelmesi ki zaman zaman resimlerimde yakalamak istemişimdir, tuvalin üzerindeki rengin akrilik şeffaflığın arkasında tekrar şeffaf hep arkasındaki 3 boyutluluğu aramışımdır. Zaten 3. Boyuta çıkma fikri orada başladı. Desenleri görürseniz, desen ve figür arasındaki benzeşmeler bir 3 boyuta yansıması gibidir. O bilinç zaten doğal olarak çalıştırdı beni. Burada bir araya geldi ve bir bilinç ortaya çıktı. İkisinin bir arada sanat eseri olarak, bir sanatçıda var olduğunu göstermek gibi bir şey….

Arte İstanbul’la buluşmanıza gelirsek?

Ben Arte İstanbul’un sahibi olan Yunus Tonkuş’un atölyesini merak ediyordum. Atölyesinin ve sergi mekanının her şeyi ile kendisi uğraştı. Tonkuş’la bir buluşmamızda bir şeyler yapma fikri ortaya çıktı ve ben haftanın belli günleri gidip orada çalışmaya başladım.

Serginizin adı ‘İkisi de Ben’. İkisi de ben derken neleri kast ediyorsunuz?

Ben ‘İlyas Ergin İnan’ İkisi de ben… İlyas ismi anneannem tarafından verilmiş bir isim. Bu isim de bir rüyaya dayanıyor. Anneannem rüyasında İlyas peygamberi görmesi düşüncesinden kaynaklanıyor. Diğer adımı da annem ve babam vermiş. Bu işin özü. Heykel ve resim arasındaki anlayışa geldiğimizde yine ikisi de ben. Şöyle bakabilirsiniz bütün yaptıklarıma böcekler, eski kağıtlar, benim içimden çıkan şeyler var, desenler var ve hepsi de ben… İkisi de ben hepsi de ben anlamına geliyor. Böyle bir düşünceden çıktı.

Heykel söz konusu olduğunda Türkiye’de hala bir tabu olarak anlaşılmasını neye bağlıyorsunuz?

Geleneğimizden çıkan, dogmatik hale gelmiş olan din inancının heykele karşı ortaya koyduğu bir durum. Din tarihine baktığımızda put olarak adlandırılmasından günümüze gelen bir düşünce. Ama bugün yaşam dünyamızda o zamanın anlayışı ile bugün arasında çok büyük farklılıklar var. Batının resim, heykel, müzik anlayışı hepsi iç içe. Zorla kişiye ille de bu budur denmiyor. Yani putlaştırılmıyor. Bu tamamen insanın kendi içinde yaşattıklarının dışa vurulması ve oluşmasıdır. Nasıl ben elime bir mum aldığımda evirip çevirdiğimde bir form çıkıyorsa, bu bir içtenliktir. Başka bir şey değildir. O anki hisleriniz ve düşünceleriniz bir form yaratıyor. Bu bir sanat eseri olarak ortaya çıkıyor. Gelenekten gelen, halkımız arasında yaygın olan bu düşünceyi yıkmamız gerekiyor. Ama zor tabi ki… İnsanlara sadece anlatmakla da olmuyor. İyi, güzel bir şeyi, onların da beğenisini kazanacak şekilde ortaya koyacak şekilde belki olmalı ama sanat onların beğenisini için de yapılmıyor. Belki halk arasında sanat eserinin kendine has, insanın ruh halini ortaya koyduğu biçimler olarak görülmesi lazım. Bunu anlatabilmemiz lazım. Belki o zaman kabul edilebilir bir anlayış olabilir.