30 Haziran 2010 Çarşamba

SANATA TATİL YOK

Hülya Küpçüoğlu

Okulların kapandığı ve Yaz tatilinin başladığı şu günlerde sanat sezonunun henüz tatile girmediği ve İstanbul genelinde mesela Galerist, Outlet, Pg Art gibi galerinin yaklaşık temmuz ayı sonuna kadar programlarını uygulayarak sergi açmaya devam edeceği görülüyor. Sanat sezonunun uzadığını gösteren bu göstergeler çerçevesinde V Sanat Galerisi ya da Galeri Apel gibi bazı sergi mekanlarının da yaz sergileri açtığı görülüyor. Geçtiğimiz günlerde dikkatimi çeken yeni bir mekan olan Stüdyorti de bu kapsamda ayrı bir yer teşkil ediyor. Öncelikle yeni bir mekan olduğunu belirtmemiz gereken Stüdyorti atölye mantığında şekillenen bir yapı. Mekanın sahibi Hakan İnan yurt dışında örneklerinin görüldüğü producer galeri yani üretici galeri tarzında düşünüldüğünü belirtiyor. Yaklaşık 3 ayda bir açılması planlanan sergilerin ilkinde ise Serdar Okan’ın son dönem yapıtları izleyiciler ile buluşuyor. Serginin adı ‘Tümevarım”. Adından da anlaşıldığı gibi genel bir gidişe işaret eden sergideki resimlerin, kendi içinde bir düzende kurgulanması ama deneyselliği de elden bırakmaması ile de dikkat çekiyor.

Serdar Okan kozmik gönderimleri açısından daha önceki çalışmalarının devamı olarak değerlendirebileceğimiz çok parçalı, renkli ve farklı malzemelerden oluşan resimleri ile karşımıza çıkıyor. Sanatçının bu yeni serisinde kolaj mantığından yola çıkarak çok sayıda farklı malzemeyi yan yana kullandığı izleniyor. Zengin dokular, geometrik ve organik formların birlikteliğinden oluşan bu yeni kurguda, soyut bir eğilim içinde. Dinamik, coşkulu, egzotik ve otantik yanı bulunan resimler kendi içindeki zengin yapısı ile oldukça dikkat çekici. Günümüzde kumaşı malzeme olarak kullanan diğer sanatçılardan farklı olarak, soyut ve çok parçalı ögeler ile gerçekleştirdiği kurgusunda sanatçının detaylara önem verdiği görülüyor. Oldukça küçük bir takım malzemeleri bile yüzeyde kullanıyor. Boya etkilerinin bazen malzemenin altında bazense üstünde gezindiği boyaların genelde malzemeye eşlik edercesine kullanıldığı görülüyor. Resimlerde kullanılan boya mı iplik mi? Ya da Boya mı yoksa renkli kumaşın bir parçası mı? Gibi soru işaretleri uyandıran etkiler mevcut. Bir anlamda kaosu çağrıştıran karmaşık etkiler çok parçalı yapı ile bütünleşerek karmaşa etkisini kuvvetlendiriyor.

Resimlerde ilk bakışta algılayamasak bile figüre dair izler de bütün içinde algılanıyor. Onlar kimi zaman bir kuş yada insandır ve bu çok parçalı kompozisyon içinde yine bir detay etkisi ile bütünün bir parçası olarak yerini almaktadır. Sergi yaz sonuna kadar izlenebilir…

(30 Haziran 2010'da Haber Turk Gazetesi'nde yayınlanmıştır)

26 Haziran 2010 Cumartesi

’’İstanbul Ekslibrisin de Başkenti Oluyor’’

Hülya Küpçüoğlu


İstanbul Ekslibris Derneği, Feyziye Mektepleri Vakfı ve Işık Üniversitesi, Türkiye’nin ekslibris sanatında geldiği noktayı uluslararası platforma taşımak, ekslibris yoluyla ülkemizi, kültür ve sanatımızı yurtdışına tanıtmak, dünya ülkeleri arasında bir kültür köprüsü yaratmak, ekslibris sanatının yaygınlaşmasını sağlamak ve yaratıcılarını teşvik etmek amacıyla, Ağustos ayında Maslak’ta Güzel Sanatlar Fakültesi’nde 33. FISAE Uluslararası Ekslibris Kongresi’ni düzenlemektedir. Ekslibris Kongresine bağlı olarak 29 Ağustos – 30 Eylül 2010 tarihlerinde, Uluslararası Ekslibris Yarışması Sergisi yanında 9 farklı sergi de yapılacaktır. Türkiye’de ekslibrisin durumu ve Uluslararası Ekslibris Kongresi hakkında Işık Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Öğretim Üyesi ve İstanbul Ekslibris Derneği Başkanı Prof. Hasip Pektaş’la görüştük.

Türkiye’de hala çok bilinmiyor, ekslibrisi kısaca tanımlar mısınız?

Ekslibris, kitapseverlerin kitaplarının iç kapağına yapıştırdıkları üzerinde adlarının ve değişik konularda resimlerin yer aldığı küçük boyutlu özgün baskıresimlerdir. Kitap sahibini tanıtır, onu yüceltir ve kitabı ödünç alan kişiyi geri getirmesi konusunda uyarır. Ekslibris genelde adına ekslibris yapılan kişinin ilgisi doğrultusunda yapılır. Nasıl ki insanlar beğendiği resmi duvarına asarsa, kitabına da ilgi duyduğu konudaki ekslibrisi yapıştırır. Ekslibris estetik kaygılarla yapılır. Sanatın bütün olanakları bu küçük çalışmalarda da kullanılır. Herkes kendisine ekslibris yapabilir ama sanat eğitimi alanlar tarafından yapılanların geleceğe kalma şansını yüksektir.

Ekslibris birkaç işlevi birden üzerinde taşımaktadır. Asıl işlevi kitap sahibini betimlemesi ve kitabı ödünç alan kişiyi geri getirmesi konusunda uyarmasıdır. Bir tür mülkiyet işareti olmasıdır. Bir diğer işlevi ise sanatçılar ve koleksiyoncular arasında önemli bir değiş tokuş objesi olarak kullanılmasıdır. Ve elbette bir sanat eseri olarak bulunduğu mekanlarda ruhumuzu zenginleştirmesi üçüncü işlevidir. Hangi dönemden bakarsanız bakın veya hangi işlevinden söz ederseniz edin ekslibris, sahibine bir ayrıcalık kazandırmış, bir güç, bir nüfuz sağlamıştır. Kitaplarında ekslibris olan kişiler kendi adına özel bir eser tasarlanmış olunmasının mutluluğunu duymuşlar, kendilerini diğer kitap koleksiyoncularından ayrıcalıklı görmüşlerdir. Bir ekslibris koleksiyonuna sahip olanlar ise yapıldığı döneme ait kültürel, tarihsel özellikler taşıyan bu eserler ile zenginliklerini göstermişler, bunları paylaşarak saygınlığınlıklarını artırmışlardır.

Yıllar önce bana ekslibrisi öğreten Belçikalı koleksiyoncu ve yazar Luc Van Den Briele’e bir ekslibris yapmıştım. Soyut bir çalışmaydı. Mektubunda soyut çalışmalardan çok hoşlanmadığını, figüratif resimden özellikle de tiyatro ile ilgili konulardan hoşlandığını ifade etmişti. Tiyatro yazarı olduğunu da bildiğim için ona bizim kültürümüzden bir örnek olarak Karagöz ve Hacivat konulu bir ekslibris yapmaya karar verdim. Gelen mektubunda “bu ekslibriste ne anlattığımı” sorunca hemen konuyla ilgili ingilizce bir kitaptan aldığım fotokopiyi yolladım. Onlarca hediye ekslibris ile birlikte aldığım mektubunda, “Artık Belçika’da Hacivat ve Karagöz herkese anlatabilirim” diyordu. Bundan daha güzel bir kültürel alışverişi olabilir mi? Koleksiyonumun, benim okulum olduğunu da belirtmek isterim.

Geçmişi nerelere kadar uzanıyor?

1450’lerde Orta Avrupa’da başlamış bir gelenek. El yazması kitaplar döneminde, dönemin devlet ya da din adamına elle yazılmış bir kitap verileceğinde, iç kapağına işlevsel bir etiket koyalım diye düşünülmüş. Matbaa ile birlikte kitaplar çoğalınca, orta ve zengin sınıf da ekslibris yaptırmaya başlamış. Aralarında Dürer, Kokoshca, Klee, Picasso gibi pek çok ünlü sanatçı dönemlerinde ekslibris yapmışlar. Daha sonra dernekleri, müzeleri kurulmuş, kitaplar yazılmış. Şimdilerde Orta Avrupa ağırlıklı Japonya, Rusya ve Çin’de çok yaygın bir sanat dalıdır.

Sizin ekslibrisle tanışmanız nasıl oldu?

1983 yılında bir gazetedeki yarışma duyurusu ile ekslibrisi tanıdım. Bu yarışmayı Belçika’daki bir müze organize ediyordu. O zamana kadar Ekslibrisin ne olduğunu bile bilmiyordum. Hatta o zaman üzerine ekslibris yazılacağını dahi bilmiyordum. Küçük bir ağaç baskı çalışmamı yarışmaya gönderdim. Yarışmadan bir iki ay sonra katalog gönderdiler. Baktım ki ekslibrislerin üzerinde isimler ve ekslibris yazısı var. Daha sonra sanatçılardan ekslibrisler gelmeye başladı. Mektuplarında bana gönderdikleri ekslibrisler kadar, onlara ekslibris göndermemi istiyorlardı. Yazışmayı organize eden Luc Van Den Briele’e bir mektup yazdım. Ekslibrisi ilk defa duyduğumu belirtip, bilgilendirmesini rica ettim. Öğrenince bu işe gönül verdim, yoğun çalışmaya başladım. 1992 yılında ise Belçika’daki bir gezide gruptan ayrılıp, dünyanın en önemli müzelerinden biri olan Sint-Niklaas Esklibris Müzesi’ni ziyarete gittim. Müzeye vardığımda, raflarda kutular vardı. Örneğin Yugoslavya’ya ait 60’a yakın kutu vardı. Türkiye ile ilgili soruma ise bir kutu içerisinde sadece dört ekslibris göstererek yanıt verdiler. İkisi bana, diğerleri başka ekslibris sanatçılarına aitti. O zaman kendi kendime “Hasip, Türkiye’de ekslibrisi yaygınlaştırma misyonunu sen üstlenmelisin” dedim. 1992 yılından sonra bu işe daha çok zaman ayırdım. 1997 yılında 10 kişiyle Ankara Ekslibris Derneği’ni kurduk. Dernek 2008 yılında İstanbul’a taşındı ve üye sayısı 190’ı geçti. Derneğimiz Ankara’da 2003 ve 2007 yıllarında iki uluslararası yarışma düzenledi. İstanbul’da ise üçüncüsü yapıldı. Bu yarışmalı sergiler, Türkiye’nin 11 büyük kentini dolaştı, özellikle sanat eğitimi alan öğrenciler için bir çeşit ekslibris okulu işlevini yerine getirdi. Bu sayede ekslibrise gönül verenlerin sayısı arttı, siparişler alınmaya başlandı, yurt dışında çok sayıda sergi yapıldı.

2004 ve 2006 yıllarında yapılan CGD (Computer Generated Design) ekslibris yarışmalarındaki Türkiye’nin katılımı %50’ye yakındı. 2006 yılındaki yarışmada Türkiye birincilik ve üçüncülük ödüllerini aldı. Birincilik ödülünü Türkiye’nin alması, bende büyük bir coşku yarattı. Jüri başkanı, “Sayın Pektaş, inanıyorum ki Türkiye’de bu işin yaygınlaşmasında sizin katkınız çok büyük, sizi kutluyorum” dedi. Bugüne kadar pek çok arkadaşımız uluslarası yarışmalarda dereceler aldılar. Yunus Güneş, H. Müjde Ayan, Hasip Pektaş, Tezcan Bahar, Mustafa Okan, Nurgül Arıkan, İlknur Dedeoğlu Ateş, Elif Varol Ergen, Atanur Sevim, Handan Tepe, Zeynep Aran, Ersinhan Ersin, Hira Nur Yıldız, Zeynep Çaylak, İsmail Aslan, Seval Özçelik, Özden Pektaş Turgut, Çağlar Okur, Mine Saraç, Ozan Ayıtkan bunlardan sadece birkaçı.

Türkiye’deki ekslibris’in tarihine bakarsak, siz 1983 yılında tanıştığınızı söylediniz. Öncesi var mı?

1996 yılında Yapı Kredi yayınlarında çıkan “Ex-libris” kitabım için, Türkiye’deki tarihiyle ilgili bir araştırma yapmıştım. Ekslibris, ülkemize yabancı uyruklu vatandaşlar ya da sahaflar kanalıyla gelmiş. Milli kütüphanede yaptığım araştırmada ise çok sayıda ekslibrisli kitaba rastladım. Konuları Osmanlı dönemi ve Türkiye ile ilgiliydi. Yurt dışındaki sahaflardan ya da müzayedelerden alınmıştı. Robert Kolej’deki yıllıklarda da ekslibrisler gördüm. Ancak ekslibrislerde ekslibris sözcüğü ve isim yoktu. Üsküdar Amerikan Lisesi’nde de ekslibrisli bir kitaba rastladım. Üzerinde bir İstanbul görüntüsü olan 1950’lerde yaptırılmış bu ekslibrisli kitabın sahibi, kitabı okulun kütüphanesine bağışlamış.

İstanbul Ekslibris Müzesi’nin kuruluşu nasıl oldu?

Ululararası ekslibris yarışmalarından sonra ülkemizde bir de ekslibris müzesinin olmasını çok istiyordum. Işık Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nin kurucu dekanı ve İMOGA İstanbul Grafik Sanatlar Müzesi’nin kurucusu Prof. Dr. Süleyman Saim Tekcan’a, 2007 yılında bir sohbetimizde, birinci ve ikinci uluslararası ekslibris yarışmalarından kalan iyi bir koleksiyonumuz olduğunu, bize IMOGA’da küçük bir yer verirlerse mutlu olacağımızı söylediğimde, müzenin alt katını gösterip “burayı istediğin gibi kullanabilirsin” demişti. Bu cevapla çok mutlu olduğumu belirtmem gerek. 2008 yılında kurulan, dünyadaki 10 Ekslibris Müzesi’nden biri olan İstanbul Ekslibris Müzesi, ekslibris meraklılarının ilgisini beklemektedir, 15.000’in üzerindeki ekslibris örneklerini ziyaretlerinde görebilirler. Bu müze Ağustos 2010’daki kongremizde, buraya gelecek olan konuklarımız için sürpriz, ülkemiz için de önemli bir prestij olacaktır. Müzelerin bir ülke için en önemli kültürel yapılar olduğunu ve ciddi eğitim merkezleri kabul edilmesini hatırlatmak isterim.

Biraz da Ağustos’da yapılacak Uluslararası Ekslibris Kongresi ve Sergileri hakkında bilgi verir misiniz?

2004 Avusturya, 2006 İsviçre, 2008 yıllarında Çin, Meksika ve Rusya’da yapılan kongrelere katıldım. Başkanı olduğum Uluslararası Ekslibris Dernekleri Federasyonu olan FISAE, bu kongreler sayesinde iki yılda bir farklı ülkede ekslibris sanatçılarının ve koleksiyoncularının bir araya gelerek, ekslibris değiş tokuş yapmasını, birbirleriyle kaynaşmasını sağlıyor. 2006 yılında bu kongreye aday olduk ve kabul edildik. İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkent Ajansı’nın, Feyziye Mektepleri Vakfı’nın ve Işık Üniversitesi’nin yanında pek çok kuruluş ve kişinin desteğini almış bulunmaktayız.

Yaptığımız uluslararası yarışmaya 43 ülkeden 1281 sanatçı, 4129 ekslibrisiyle katıldı. 377 sanatçının ise 540 ekslibrisi sergilenecek. Bu yarışma kapsamında 15 ödül, 10 Mansiyon, 26 Onur Sertifikası verildi. Ödül töreni ve ödül alan eserler sergisi, FMV Galeri Işık Teşvikiye'de olacak. Yarışma sergisi ile 9 farklı sergi ise 29 Ağustos - 30 Eylül 2010 tarihlerinde Maslak'ta Güzel Sanatlar Fakültesi, Galeri Işık Istanbul'da görülebilir. Ayrıca bu sergi 05 - 30 Ekim 2010 tarihlerinde Işık Üniversitesi Şile Yerleşkesi'nde de yinelenecek. Detaylı bilgilere
www.ekslibris.org adresinden ulaşılabilir.

Kongremize 40'a yakın ülkeden 300’e yakın ekslibris sanatçısı ve koleksiyoncusu katılacak. Bu kongredeki amacımız katılımcıların aynı zamanda, eşsiz tarihi ve doğası ile kültürlerin buluşma noktası olan İstanbul'u keşfetmelerini ve birer kültür elçisi olarak ülkelerine dönmelerini sağlamaktır. Kapadokya gezisine katılacak olanlar, ülkemizi tanıyarak, sahip olduğumuz zengin kültür mirasını paylaşacaklar.

10 ayrı sergi olacağını söylediniz. Biraz bunları açabilir misiniz?

Sergileri şu başlık altında sıralayabiliriz; Ödül Alan Ekslibrisler, 33. FISAE Uluslararası Ekslibris Yarışması, Ichigoro Uchida (Japonya), Heinrich R. Scheffer (Avusturya), Moskova Ekslibris Müzesi (Rusya), Şanghay Fu Xihan Zhai Ekslibris Müzesi (Çin), Çin Ekslibris Derneği Koleksiyonları Sergileri ile Mühürlü Eski Kitap Sayfaları, Önceki Kongrelerden Anıları, Türk Ekslibris Sanatçıları, Bogdan Krsic (Sırbistan).

Özellikle çocuklara yönelik çalışmalar yaptığınızı biliyoruz. Kongrede bu bağlamda bir etkinlik olacak mı?

Evet çocuklara ait bir masa ayıracağız. Çünkü kongre katılımcılarının bazıları çocuklarıyla gelecek. Art Boya’nin destekleyeceği bu bölümde yapılan ekslibrisleri onlara ayrılan duvarda sergileyip, ödüllendireceğiz.

Siz bizim kültürümüzde yer alan Mühür’ün de bir çeşit Ekslibris olduğunu belirtmiştiniz…

1450’lerde Avupa’da başlayan ekslibris geleneğine karşılık, bizde de mülkiyet işareti olarak mühürleri görüyoruz. Mühür de bir çeşit ekslibrisdir aslında. Zamanın devlet adamları, padişahları kitaplara mühürlerini basmışlar, vakıflar özel mühürler yaptırmışlar. O dönemin el yazması kitaplarında 6-7 çeşit mühür görmek mümkün. Bazıları çalıntı olduğundan özellikle silinmişler. 15 kütüphanede yaptığım araştırmalar sonucu kaligrafik ve ebrulu yapılarıyla bu sayfaların özellikle yabancı katılımcılar tarafından beğenileceğini umuyorum.

Ekslibrislerde geleneksel teknikte yapılan ya da bilgisayarla yapılan teknikler var. Ve bu konuyla ilgili de tartışmalar var. Bilgisayarla yapılanın geleneksele göre daha az sanatsal olduğu söyleniyor. Siz bu konuda neler düşünüyorsunuz?

Bilgisayar tasarımı ekslibrisin, geleneksel ekslibristen daha az sanatsal olduğunu söyleyen ya da iddia eden, bana göre bilgisayar tasarımına ön yargılı bakmaktadır. O zaman şu soruyu soralım, ‘neden eski ustalar gibi boyalarını kendileri hazırlamıyorlar?’. Fotograf icat olduğunda, resim öldü mü? Ölmedi, aksine birbirinden yararlandılar. Bilgisayar günlük yaşamımızda kullanıldığı kadar birçok sanat dalında kullanılan bir araçtır. Kalemin ya da fırçanın yerini mause aldığında, sanat olamayacak mı? Ne ile yaptığınızdan çok, ne yaptığınız önemlidir. Ayrıca sanatta farklı bir dil yaratana biraz da fırsat vermek gerekiyor. Gelenekleri takip etmek, insanları bir yere götürmez; amaç, gelenekleri yıkıp, yeni gelenekler yaratabilmek olmalıdır. Siz yenilikler yaratırsanız, geleceğe kalırsınız. Hepimiz Picasso gibi yaparsak nereye varırız? Ama varolan bir gerçek, yıllardır ekslibris koleksiyonu yapanlar ağırlıklı olarak geleneksel baskıyla yapılmış ekslibrisleri toplamışlar. Yeni yeni CGD ekslibrislere de ilgi artmaktadır.

Ekslibrisin Türkiye’de yeni geliştiğini düşünürsek, koleksiyonculuğu hakkında ne söylersiniz?

Ekslibris koleksiyonculuğu yurt dışında daha yaygındır, yüzbinlerce ekslibrisi olan koleksiyoncular vardır. Konularına ve tekniklerine göre toplayıp, onları özel arşivleme sistemleriyle saklarlar. Koleksiyoncular, ekslibris biriktirirken baskıresim sanatında olduğu gibi, baskı adetine, yapım yılına, sanatçısı tarafından imzalanıp imzalanmadığına, teknik ve estetik yetkinliğine bakarlar. Yurtdışında çok geliştiğini gördüğümüz ekslibris koleksiyonculuğu, malesef ülkemizde yok denecek kadar azdır. Ekslibris sanatı sanatçıları kadar koleksiyoncuların katkısıyla gelişecektir.

(RH+ Sanart 2010 Haziran Ağustos Sayısında yayınlanmıştır)

17 Haziran 2010 Perşembe

“Heykeltraşlarımız Atatürk Simgesini İyi Kullanamadı”

Yusuf Taktak “Adalar Dostluk ve Barış Festivali” çerçevesinde, Türk-Yunan dostluğunu pekiştirmek için Büyükada’da “Üç Defne” adlı bir düzenleme gerçekleştirdi. Kamusal alanda yapılan çalışmalara örnek oluşturan ve İnteraktif bir katılımla yapılan üç boyutlu çalışmanın açılışında bir söyleşi yaptık.

Hülya Küpçüoğlu

1978 Yılından beri Yunan-Türk dostluğu kapsamında çalışmalar yapıyorsunuz. Yine Türk-Yunan dostluğu çerçevesinde Büyükada’da Çınar Meydanı’na yapmış olduğunuz bu düzenlemeye gelene kadar yapmış olduklarınızı kısaca anlatabilir misiniz?

1977 yılında ufak tefek çalışmalar başladı aslında. 1978 yılında yaptığım şey çok önemlidir. Atina’da 15x15 m boyutlarında bir duvar resmi yapmıştım. Daha sonra İstanbul’da, Kuşadası’nda, Antalya’da da duvar resimleri yaptım. Yunanlı sanatçılarla ortak sergilere katıldım. Bu çalışmamı o zincirin bir halkası diye düşünüyorum. 1977’den beri yaptığım uğraşın sonunda buraya geldim. İlk defa da bir meydan heykeli ya da düzenleme diyebileceğimiz üç boyutlu, interaktif bir çalışma yaptım.

Bu son proje nasıl gelişti peki?

Biz başka bir gruplama ile Türk Yunan dostluğu üzerine çalışıyorduk. 9-10 yıldır Yunanistan’da Dafne derneği var. Bizim de Defne adlı bir derneğimiz var. İki Derneğin ortak çalışması ile bir takım etkinlikler oluyor. Bunların amacı, sahil kenarındaki kentlerde Türk-Yunan dostluğu ile ilgili işler yapmak. Bu sene İskeçe ve Büyükada’da aktiviteler yapmayı saptamışlar. Buraya geldiklerinde Belediye yetkilileri ve Türk Defne Derneklerinden yetkililer vardı. Önce bu alanda başka bir takım şeyler düşünüldü. Benim bir başka önerim vardı. Buradaki taşlara Büyükada’da yaşayan kişilerin adları yazılacaktı metallerle. Zannediyorum onlar Belediyeye bir takım maddi ve teknik sorunlar yükledi. Gerçekleşemedi. Benim park alanı içerisinde şu anda işimi kurmuş olduğum bu köşe hoşuma gitti. Bu üçgen köşenin bitimindeki ağaca ok gibi yaklaşmak istedim.

Çünkü bu üçgen sizin çalışmalarınızla bağlantılı…

Evet bağlantılı… Görüyorsunuz, öbür bölümde Atatürk heykeli var. Biraz ona saygı bağlamında arka planda kalmak istedim. Ortada daha görkemli bir şey yapmanın manası yoktu. Küçük ve simgesel bir şey diye düşündüm oda müziği gibi…Tüm bunları düşünerek bu köşeye yaklaştım.

Çalışmanıza gelecek olursak?

Sanatın bütününde simgesellik yatar. Simgeleri sanatçı şair gibi konuşturmaya çalışır. Burada da bildik bir konu ama kendi soyut formlarımla anlatmaya çalıştım. İki tane iç içe geçmiş üçgenimsi form yaptım. Ortada da defne ağacı (biri Yunanistan İskeçe’den biri Büyükada ‘dan, bir de kızım defne’yi düşündüm) yeşeriyor olacak. Üzerine de dikilitaşlar koydum üstünde barış hiyeroglifi olan. Biliyorsunuz ben dikilitaş formunu da uzun yıllardır kullanıyorum. Dikilitaşlar uygarlıkların simgesidirler. Ben de kendi adıma 21. Yüzyılda yaşayan bir sanatçı olarak dikilitaşlarımı yapıyorum. Burada dikilitaşlar bir başka anlam kazanmaya başladılar. Barış simgesini aldılar. Üzerinde barış simgesi olan güvercinin bulunduğu 60 tane dikilitaş konuldu. İlk önce Yunanlı sanatçı Adoonis’le beraber başladık taşları koymaya. Sonra ileri gelenlerin, sanatçıların ve halkın katılımıyla birlikte yerleştirmiş olduk dikilitaşları. İnteraktif bir çalışma oldu.

Çalışmanız kamusal alanda yapılan çalışmalara bir örnek teşkil ediyor. Türk sanatı içerisinde bu anlamda çeşitli çalışmalar var ancak yine de fazla örnek göremiyoruz. Bunu neye bağlıyorsunuz?

Bizde meydan yok. Meydan heykelleri de kendiliğinden olmuyor. Çok sıradanlaştı ama ben de söylemek zorundayım. Batı’da her kente gittiğiniz zaman küçük de olsa meydanlar vardır ve o meydanın ortasına veya herhangi bir yerine küçüklü büyüklü heykeller yerleştirilir. İster soyut ister figüratif olsun. Mutlaka heykel bulunur. Çünkü bu tür şeyler kültürü doğuran ve oluşturan şeylerdir. Kanımca da çok önemlidir. Bizde ne yazık ki sebebi galiba Atatürk heykelleri diye düşünüyorum.

Neden?

Bolca Atatürk heykelleri yapıldı. Kötü anlamda çok kötü heykeller oluştu. Dolayısıyla o heykeller in yerine başka heykeller konulamadı. Yani Atatürk simgesini daha doğru kullanabilirdik. Bunu kullanamadı heykeltıraşlarımız ne yazık ki. Mesela neden Taksim Anıtı beğeniliyor? Neden her defa oraya gidiliyor da mesela Barbaros Anıtına (anıtın kendisi çok iyi de olsa , meydan olarak rezil edildi) … gidilmiyor. Taksim’de sadece Atatürk değil, çevresiyle beraber var,ve güzel duruyor. İyi çözümlenmiş meydan heykellerin artmasıyla üç boyutlu sevgisinin de doğmasına neden olacaktır kanımca. İstanbul Belediyesi ve Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi işbirliği yapılarak oluşan büyük boyutlu heykelleri farklı yerlerde görüyoruz. Onlar iyi bir koleksiyon oluşturuyorlar bence. Kent müzesi gibi adeta, Bu galiba zamanla olacak bir şey. Biz de resim sanatının geçmişi 150 yıl. 150 yılda biz Batı sanatıyla boy ölçüşmek istiyoruz. Onlardan ve bizden bir takım yapıtlar ortaya koyarak sorgulamak istiyoruz. Hakkımız var tabi. Heykelinde böyle bir aşamaya geçmesi lazım. Bilhassa kamuya açık alanlardaki Heykelin kendi içinde çok zor problemleri var .

Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?

1977’den beri Türk-Yunan dostluğu adına çalışıyoruz. Bu defaki de, dostluk için iyi bir tuğla olur, umarım!

(17 Haziran 2010'da Haber Turk Gazetesi'nde yayınlanmıştır)

8 Haziran 2010 Salı

“BEDENİM MEKANIMDIR”

Hülya Küpçüoğlu

Son birkaç senedir, İstanbul dışında dikkat çekici etkinliklerin düzenlendiğini gözlemliyorum. Mesela İzmir, Edirne, Adana ve Antalya İlk aklıma gelen illerimiz. Yeni mekanların açılmasına paralel olarak, orada yaşayan ya da İstanbul’dan sergi taşıyan küratörlerin ya da sanatçıların varlığı ile zenginleşen mekanlar, güncel sanatın izlerini orada da takip etmemize olanak sağlıyor. Bu gelişmelerde odak noktası hiç kuşkusuz yetişen kadroların İstanbul’dan İstanbul dışındaki üniversitelere gitmesi, gittikleri şehirlere çağdaş sanatı taşımak istemeleri, büyük kuruluşların, fabrikaların yada üniversitelerin yeni mekanlar açmasının büyük katkısı var. Bu bağlamda geçtiğimiz haftalarda Antalya’da Akdeniz Üniversitesi Olbia Sanat Galerisi’nde açılan ve küratörlüğünü Ebru Nalan Sülün ile Fırat Arapoğlu’nun yaptığı “Mekan-Beden” sergisi İstanbul ve Antalya’da yaşayan sanatçıları bir araya getirmesi ve çağdaş sanatın Anadolu’da yaygınlık kazanmasına adına yapılmış olan önemli bir sergi. Sergiye, Fuat Akdenizli, Yeni Anıt, Gül Yasa Aslıhan, Işık Aslıhan, Elif Çelebi, Handan Dayı, İnsel İnal, Gaye Yazıcıtunç İnal, Hülya Özdemir, Arzu Parten,Hande Rastgeldi, Çağrı Saray, Zeynep Rüçhan Şahinoğlu, Didem Dayı Tirek, Kelam Tizgöl ve Nevin Yavuz katılıyorlar. Sergi mekanında işlere baktığımızda sanatçıların farklı yorumlarıyla, sadece serginin taşıdığı adı değil, zamanı, bireyi, kimliği, toplumu, tarihi olguları, aradalığı, sıkışmışlığı, ötekiyi geniş bir yelpazede ele aldıklarını görüyoruz. Birbiriyle ilişkilendirilerek iç ve dış mekanların kullanımı ile sergideki işler, kimi zaman izleyicileri kendi mekanlarına çekiyor kimi zaman ise izleyici ile arasına sınır koyuyor.

Beden ve mekan, zengin iki yapı. Sanat Tarihi boyunca, özellikle 20. Yy başında kadın bedenine baktığımızda, anlamı değişerek varlığını Rönesans’tan beri kazımış bir olgu. 2010 yılına geldiğimizde mekan ve bedenin kendi anlamından soyutlanmadan önemini koruduğu görülüyor. Peki günümüz sanatçıları bu 2 olguya nasıl bakıyor? Bu noktada serginin, aslında sanatın en temel unsurlarına odaklandığını ve bu başat yapının güncel izlerini sürmeye çalıştığını görüyoruz. Bu bağlamda sergide video, enstalasyon, resim, heykel gibi farklı disiplinlerin bir aradığı ayrı bir önem kazanıyor diye düşünüyorum.

Arapoğlu ve Sülün, sergilerinin çıkış noktası olarak Deleuze’ü işaret ediyorlar. Deleuze’ün tüm yaşamın bedenler aracılığı ile biçimleşen bir güç ilişkileri olduğunu ve soykütüksel her bir fenomenin de birer gösterge veya semptom olarak ele alınması ve böylece felsefenin bir semptomoloji olarak okunduğunu belirtmesi üzerine şekillenen felsefi göndermeler neticesinde beden ve bilinç kavramları karşımıza çıktığına dikkat çekiyorlar. Küratörler “Tekil açıdan beden, çoklu bir tekilliktir ve bizce; Deleuze’sel bir yorumla organsız bir beden, uzam-zaman dışı bir süre, sürekli oluşlarda biçimlenen ama kavramsallaştırılmadan kaçınan bir düşünce olanağı yaratmak amaçlanmalıdır. Diğer bir deyişle, minör yaklaşımlar ile kaçış çizgileri yaratmak… Çünkü bu bağlamda kaçınabildiğimiz ölçüde bir yenilik yaratılabilecektir.” Diyorlar ve çoklu bir kavram bileşkesini gündeme getiriyorlar.

Işık Aslıhan ‘Kapı’ adlı enstalasyonunda, farklı kapılara ve dolayısıyla farklı kimliklere işaret ederek bilinmezliğe, sırlara ve özel bir alana gönderme yapıyor. Sınır koyuyor ancak potansiyel anlamda izleyiciyi bu özel alanı gözlemleyen bir gözlemci konumuna da sokuyor. İnsel İnal “El-Taş-El-Taş…” adlı fotoğraflarında, toplumsal bir olguya temas ederek cezaevine atılan çocukları gündeme getiriyor. Çocuk bedenlerin yaşadığı acıları sorgulayarak, farklı bedenlerde bir farkındalık oluşturmaya çalışıyor. Yeni Anıt “Çekicin Rüzgarı” ismini verdiği çalışmasında ironik bir yaklaşımla sergi alanını şantiyeye çevirerek, son aylarda sıkça söz edilen sanat piyasasına gönderme yapıyor.

Son olarak Akdeniz Üniversitesine bağlı olan sergi mekanının alternatif yapısı sanıyorum, Antalya için önümüzdeki günlerde sıkça konuşacağımız önemli bir merkez haline geleceğini düşündüğümü eklemek istiyorum.

(Bosphorus Sanat Gazetesi/Haziran 2010)

ZAMANSIZ KADINLAR

Hülya Küpçüoğlu

Eser Afacan’ın Piramid Sanat’ta açılan ‘Sanat Tanrının Bir Damla Gözyaşıdır’ adlı sergisi, ‘modern simyacı’ diye anılan ve uzun yıllar Norveç’te yaşayıp, Odd Nerdrum’la çalışmış olan sanatçıyı sanatseverlerle buluşturuyor.

Daha çok acıları, yalnızlıkları ve huzursuzlukları resmettiği görülüyor Eser Afacan’ın resimlerinde. İzleyicilerin önünden geçerken asla ilgisiz kalamayacağı ince detaylar ve kusursuz bir teknikle yapılmış resimlerinde, sanatçının genelde kadın figürlerine yoğunlaştığı izleniyor. Resimlerde genelde yalnız başlarına duran kadınlar, resim düzlemi içinde kimi zaman ürkmüş ya da tedirgin bakarken kimi zamanda izleyiciye arkalarını dönerek başka bir tanıklığı gündeme getiriyorlar. Sanatçı yanlızlığı sadece onları tuvale tek başlarına yerleştirmesiyle değil, duygu olarak da yoğun bir şekilde hissettiriyor. Suskun, sessiz ve kimi zaman karamsarlığın hissedildiği, farklı düşüncelerle boğuşan insanların belki kendi iç dünyalarını dinledikleri veya her şeyden kaçarak derin düşüncelere daldıkları görülüyor. Sanatçı için zaman donmuş gibidir. Herşeyin ağır çekimde yavaş yavaş aktığı, sessiz ve yalnız bir zamandır bu. Günlük akıştan kopulmuş, bir kapı açılmış ve zamandan sıyrılarak yeni bir boyutun içinde yaşamaya başlamışlardır sanki. Uçsuz bucaksız görülen bu yeni boyut, ürkütücü bir yalnızlık dürtüsünü de vurgular. Zamansız bir yerde bulunan kadınlar, içinde bulundukları mekanlara dair de hiçbir ipucu vermezler. Bazen bir deniz kenarı ya da çöl gibi uçsuz bucaksız bir yerde olduklarına dair izler belli belirsiz hissedilebilir ancak. Bu noktada Afacan’ın resimleri ile Nerdrum’un resimleri arasında bir bağ kurabiliriz. Çünkü Nerdrum’un resimlerinde de özellikle zamansızlık hissi ön plandadır.

Klasik bir üslubu benimsemiş olan sanatçı, neredeyse bir heykel gibi elimizle dokunsak tutulacakmış hissi veren figürlerdeki hacim duygusu ve ışık gölge etkisi resimlerde ön plana çıkan özelliklerden. Hatta bazı resimlerinde koyu gölgeler arasından birden beliren portreler, tendeki, gözdeki ya da kumaştaki etkilerin sanatçının duyarlı ve ince işçiliğini de bir kez daha gözler önüne seriyor. Kimi zaman dehşete düşüren yada ürkütücü olabilen figürlerin aynı zamanda izleyiciyi içsel bir yolculuğa çıkardığını da eklemeliyiz. Ben kimim? Sınırlarım nelerdir? Neredeyim? Gibi soruları gündeme getiren Afacan, insanın içinde garip bir boşluk duygusu da yaratıyor. Sanatçı, nasıl insan bedenlerindeki anatomik yapıyı ve eylem halindeki figürü belirgin hale getiriyorsa, portrelerinde de kişinin ruh halini vurucu bir biçimde ortaya koyuyor.

Sonuç olarak içsel mekanların ve zaman dışı bir dışavurumun yolculuğunu sunar Eser Afacan resimlerinde. Bu yolculuğun yalın bir dille aktarılması, hiçbir şeyin olmadığı bir yerde insanların kendilerine bir çıkış noktası araması, resimlere baktıkça baktırtması ve izleyiciyi ister istemez o psikoloji altına alması zincirin halkalarından sadece birkaçı… Efsaneleri ve otobiyografik yaşanmış yanlızlıkları en derin şekilde hissettiren dramatik resimleri 14 Haziran’a kadar izleyebilirsiniz…

(Haber Turk Gazetesi/8 Haziran 2010)

« Sanatın kaynağına dönüş başlayacak »


Proje 4L/Elgiz Çağdaş Sanat Müzesi küratörlüğünü Burcu Pelvanoğlu’nun yaptığı “Kaotik Metamorfoz” adlı sergiye ev sahipliği yapıyor. Sergi, İstanbul’un ve özellikle de Maslak bölgesinin yaşadığı değişimle birleşiyor ve güncel sanat alanındaki dinamiklere odaklanıyor. Pelvanoğlu’nun deyimiyle ‘güncel sanattaki dönüşümü” ortaya koyuyor. Sergiye Can Aytekin, Elif Çelebi, Çınar Eslek, Murat Germen, Genco Gülan, Gözde İlkin, Bahar Oganer, İrfan Önürmen, Ferhat Özgür ve Ekin Saçlıoğlu katılıyor. 4 Eylül tarihine kadar izlenebilecek olan sergi ile ilgili Burcu Pelvanoğlu’yla söyleşi yaptık.

Hülya Küpçüoğlu

Serginin Çıkış noktası nedir?

2004 yılında doktora tezimin konusuna karar verdim ve konu olarak 1980 Sonrası Türkiye’de Sanat: Dönüşümler konusunu seçtim. Bu nedenle “Metamorfoz” uzun süredir aklımda olan ve epey üzerinde düşündüğüm bir kavramdı. 2005-2008 arası tezimi yazdım ve bitirdim ama bir türlü metamorfoz kavramından kopamadım. Müzeden de böyle bir sergi teklifi gelince de yine bu kavram üzerine odaklandım. Önce Müzenin kendi içinde yaşadığı bir dönüşüm vardı. Önce Vasıf Kortun’la başladılar ve burası güncel sanatın dinamiği oldu. Ardından özel koleksiyon müzesi ve en son da yeni mekanına taşındı ve orası da kentsel dönüşümün yaşandığı bir bölge. Bir de güncel sanatın kendi içinde yaşadığı dönüşüm göz önüne alınırsa, ki güncel sanatın artık tarihi yazılmaya başlandı, bir dönüşümler çakışması var. Dönüşüm fikri üzerinden yanyanalıkları ve farklılıkları göstermek istedim.

Sergiye baktığımız zaman farklı kuşak sanatçılarla çalıştığınızı görüyoruz. Dönüşüm fikriyle farklı kuşakların arasındaki bağı açıklar mısınız?

Güncel sanattaki dönüşüm söz konusu olunca, 3 kuşaktan sanatçıyı bir araya getirdim. Elif Çelebi, Genco Gülan ve Ferhat Özgür ‘Genç Etkinlik’ kuşağını temsil ediyor. İrfan Önürmen resmin kendi içindeki dönüşümünü temsil ediyor. Murat Germen fotoğrafçı olarak güncel sanatın disiplinlerarası halini temsil ediyor. Ve diğerleri de ikinci, üçüncü kişisel sergilerini açmış söyleyecek sözü olan en genç kuşak sanatçılar.

Güncel sanattaki dönüşümü biraz açabilir misiniz?

2 ana damarı olduğunu düşünüyorum. Bir tanesi temsiliyete dayalı yani kaynağını politikadan alan, sokaktan alan ya da gündelik yaşamdan alan bir sanat görüşü, diğeri de kaynağını az önce bahsettiklerimizden alabilir ama daha sanatın kendisine dayalı yani kaynağını sanatın kendisinden alan bir yanı var diye düşünüyorum. Biri iyidir biri kötüdür diye söylemiyorum ama ortaya çıkan işin sunumu açısından iki farklı damarın bulunduğunu düşünebiliriz. Bu ikisinin yanyanalığı aslında bu serginin üzerinde durduğu. Biz aslında geçmişte temsiliyeti daha başka biçimlerde görüyorduk 60’larda yada cumhuriyetin ilk yıllarında. Şimdi güncel sanat temsiliyeti dönüştürdü…

Güncel sanat temsiliyeti dönüştürdü derken?

Cumhuriyet'in ilk yıllarına bakalım. İnkılâp Sergileri, Yurt Gezileri döneminde yapıla resimler... Bunlar da temsiliyete dayalıydı; aslına bakarsak bunlar da kaynağını günün dinamiklerinden alıyordu, her ne kadar eski bir biçim diliyle karşımıza çıksa da. Ve, deyiş yerindeyse burada da bir afiş mantığı söz konusuydu. Şimdi güncel sanatın bu temsili yanına baktığımız zaman yine günün dinamiklerinin konu alındığını görüyoruz ama buna eklenen bir çeşitlenme söz konusu. Bu malzeme çeşitliliği olabilir, sergileme biçimlerinin dönüşümünden kaynaklanan bir çeşitlenme olabilir ve bugünün konjonktüründen kaynaklanan bir konu çeşitliliği olabilir.

Peki güncel sanatta nasıl bir gidiş görüyorsunuz?

Aslında ön görmek biraz zor sanıyorum, hep birlikte göreceğiz ama yavaş yavaş temsiliyetin azalacağını düşünüyorum. 9. Bienali hatırlayalım. Avrupa Birliği bayrağı önündeki çarşaflı kadın fotoğrafı mesela. Artık bu gibi işlerdeki afiş dili fazla gelmeye başladı. Sanatçılarla konuştuğum için bunu söylüyorum bu sadece benim iddiam da değil. Ama onlar da yavaş yavaş bundan sıkılmaya başladılar ve günah çıkarmaya başladılar. Bu giderek azalacak ve sanatın kaynağına yani kendisine dönüş başlayacak diye düşünüyorum.

Serginin adı “Kaotik Metamorfoz”. Genco Gülan’ın işi de kaotik bir metamorfoza dönüşmüş…

Genco Gülan’ın işi ‘Mikinin Gözleri: Bebeklerin Algılayabildikleri Resimler Serisi” adını taşıyor. Genco, kendi çocuğu doğduğu zaman bir araştırma yapıyor. Bebekler doğduklarından 6 aylık olana kadarki evrede sadece siyahı ve beyazı ve yuvarlak formları algılayabiliyorlarmış. Bunu nasıl yapabilirim derken, Mikinin gözlerine dönüşmüş çalışması. Çintemani formunun da dönüşümü söz konusu burada. Çintemaninin popüler bir imgeye dönüşmesi. Biz açılıştan birkaç gün önce gözleri astık dışarıya ve 4-5 tane çelik halatla bağlandı. Zaten meterolojinin şiddetli rüzgar uyarısı yaptığı dönemlerdi. Adı üzerinde Ayazağa’nın rüzgarına dayanamayıp çalışma aşağıya düşmüş. Bunun üzerine aynı yere koymamızın tehlikeli olabileceğini düşündük çünkü sergi 4 Eylül’e kadar sürüyor. Düştüğü zaman müzenin ve ofisin camları patlamıştı ve pazar günü, müzenin kapalı olduğu bir günde düşmesi, insanların yaralanmamasını sağladı. Aynı tehlikeyi göze alamadığımız için fotoğrafını çekip, cam kırıklarını da yere koyarak sergiledik.

Dönüşüm derken sadece sanatın değil İstanbul’un dönüşümünden de yola çıktığınızı söyleyebilir miyiz?

Aslında kentsel dönüşüm çok da düşündüğüm bir şey değildi. Müze Maslak’ta olduğu için bir çakışma oldu. Benim düşündüğüm şey güncel sanattaki dönüşümdü.

AICA’nın yeni dönem başkanısınız. Bu anlamdaki çalışmalarınız nasıl gidiyor?

AICA’nın 2007’den bu yana başlattığı bir tartışmalar dizisi vardı. 2010 yılının Kültür Başkenti İlan edildiği yıl, o zaman biz 2007’den 2010’a kadarki süre içinde sanat ortamında neleri tartışabiliriz? Belki bunların 2010’a bir faydası olur diye başlattığımız atölyeler ve tartışma dizilerimiz yeni bitti. Bunları Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü (IFEA) ve Aksanat ile birlikte gerçekleştirmiştik. Atölye çalışmaları ile ilgili 2011’de bir yayın çıkarma hazırlığımız var. İstanbul Modern’le bir işbirliğine giriştik, resim tarihi dersleri veriyoruz. Bu bir ilkti ve Ekim ayı içinde tekrarını düşünüyoruz. Yine İstanbul Modern’le yaptığımız başka ortak bir çalışmada, İstanbul Modern’in yaptığı sergileri AICA da tartışsın dedik. Mesela Gelenekten Çağdaş’a sergisi için bunu yaptık. IFEA ile yeni bir tartışma dizisi başlatacağız önümüzdeki sonbaharda ve en önemlisi, sanat alanındaki telif haklarının koruma altına alınması için de bir tarife yayınladık. Asgari ücret tarifesi. Biliyorsunuz bir yandan insanlar yayın yokluğundan söz ederken bir yandan da bu işin telifini göz ardı etmekte. Bu tarifeyle bunu da zaman içinde yerleştirmeyi düşünüyoruz.

(Haber Turk Gazetesi/ 27 Mayıs 2010)