27 Ocak 2011 Perşembe

KİMLİKSİZ BEDENLER

Hülya Küpçüoğlu

‘Kimliksiz Bedenler’ Piha Kolektif’te Ferhan Gözgü Çelik’in açtığı kişisel serginin adı. Sanatçı kadın bedeni üzerinden bir okuma ile kadın, beden, kimlik, çıplaklık, cinsellik gibi temalara gönderme yapıyor.

İkili sorgulamalar…
Resimlerde gördüğümüz kadın bedenlerinin, yüzleri görülmeyecek şekilde ve ideal vücut ölçülerinde resmediliyor. İdeal vücut ölçüleri, kadınların güçlü yapısı tuvalden tuvale farklı açılarda resmediliyor ve dolayısıyla bu konumu vurgulayıp, belirginleştiriyor. Yüzleri görülmeyen kadınların varlığı tam da Ferhan Gözgü Çelik’in belirttiği kimliksizlik kavramını ön plana çıkarıyor ve herkese dair bir görünüme bürünüyor. Bu noktada kapitalist sistem karşısında kadının durumuna vurgu yaparken, ikili sorgulamaları da beraberinde getiriyor. Birey olarak kadın, kadın ve ilişkiler, kadın ve cinsellik, kadın ve kapitalizm gibi… Tuvallerde hareketli, enerjik ama sessiz duran kadınlar da bu zinciri yüklenerek cüretkar bir duruş sergilemekteler. Elbette bu noktada kadının kimliksiz mi oldukları yoksa kimliksizleştirildikleri mi de sorgulanır.

Toplumsal, psikolojik ve kültürel etkileşimler ile kadınlar, tuvallerde suskun duruşlarını sürdürmektedirler. Mekansız bir atmosferde nefes alan bu figürler sıkışmışlık etkisi veren yüzeyler ile kadının kendi içinden ve dışarıdan gelen baskı ve sıkışmışlığıyla karşımıza durmaktadırlar. Dünyada kadınların farklı kültürlerde farklı şekillerde kuşatıldığını biliyoruz. Bu kuşatılmışlıklar içerisinde kadın, bir tüketim nesnesi olarak da görülebilir. Sanatçının değişiyle Toplumun düşünce biçimiyle doğallığın bir parçası olarak görülebilirken, utanma, ahlaksızlık, cezalandırma nesnesi durumuna düşebilir. Günümüzde çoğunlukla tüketim nesnesi olarak kullanılan çıplak kadın bedeniyle sanatçı toplumsal sorunlara hangi mesafede durduğunu gösterir, yasakları meşrulaştırabilir.”

Son on yıllık çalışmalar…
Sanatçının son on yıllık çalışmalarından derlenen ve 28 Ocak’a kadar izlenebilecek olan sergi, kadın bedenine ve onu kuşatan topluma dair farklı gönderimleri ile feminist bir söylemin parçası olarak da algılanabilir.

18 Ocak 2011 Salı

'Duygulara yatırım yapılmalı'

Seydi Murat Koç, yaptığı resimlerinde kentsel dönüşüme dikkat çekiyor

18 Ocak 2011 Salı, 17:22:06

GAZETE HABERTÜRK / HÜLYA KÜPÇÜOĞLU

Seydi Murat Koç, Ihlamour Sanat Galerisi’nde açtığı 'Teğet' adlı sergisinde, karışık teknikle yaptığı resimlerinde kentsel dönüşüme dikkat çekiyor. Mimari, kültür, tarih ve birey ilişkisini gündeme getiriyor. Sergi 12 Şubat’a kadar sürecek.

Serginizin adı “Teğet”. Neye teğet?
Konseptimde, mimari ve kentsel dokunun insanla ilişkili olan çelişkisine teğet öncelikle. Teğetin gördüğümüz boyutu var, bir de içsel ya da duygusal boyutu var. Ama maddesel boyutta da kültürel boyutta ve mimari gelişimde de bir teğet geçme oluyor. Çünkü bazı kültürel değerlere değer vermeyip “es” geçebiliyoruz. Mesela en son Haydarpaşa Garı’na olanları hatırlayalım. Biz toplum olarak bir değeri korumayı bilmiyoruz. Bunun sadece bir sanatçı duyarlılığı ile sezilmesi önemli değil. Herkesin kendi duyarlılığı ile görebileceği bir şey. Biz görmezden geliyoruz.

Tarih, kültür ve mimari ilişkilerle ilgili değindiğiniz teğette, AKM binasıyla ilgili bir göndermeniz var...
O resimde, binaya teğet geçen bir uçak da görülüyor. Burada 11 Eylül’e ve teröre de gönderme var. Terör ille silahla olacak değil, bunun kültürel boyutu da var. Eğer size bir şey empoze edilmeye çalışılıyorsa bu da bir terördür.

AKM’nin yıkılacak olmasıyla 11 Eylül’de yıkılan ikiz kuleler arasında paralellik kuruyorsunuz yani?
Ben oradaki terörle paralellik kuruyorum. Bir şeyin fiziki olarak silahla ilgili bir zararı dokunabilir. Ama ben burada duygusal ve ruhsal olarak da insanların bir teröre maruz kaldığını ve kültürel gelişiminde engeller olduğunu ve bunun da bir terörden farksız olduğuna değinmek istedim. Unutulmuş bir AKM var. Atıl bir şekilde duruyor. Geçtiğimiz aylarda Radikal’de Cem Erciyes’in bir yazısının başlığı şuydu “Ne çekiç sesi var ne de keman”. Çok duyarlı bir sözdü. Bu sözü görmeden önce başlamıştım aslında resimlerimi yapmaya ama bu sözü de görünce doğru yolda olduğumu anladım ve sergi konseptimi geliştirip, ismini de “teğet” koymaya karar verdim.

Resimlerinizde genelde gri tonlar kullanmanızı maddeye fazla gömülmüşlükle ya da metropol yaşamıyla bağdaştırabilir miyiz?
Ağırlıkla soğuk ve gri tonlarla resimlerimi yaptım. Ben bir Manet ya da Monet gibi kır manzaraları ya da manolyalar resmi yapamazdım. Çünkü benim manzaram bunlar. Ben burada metropolde, bu binaların arasında yaşıyorum. Biraz da dikkat çeksin diye soğuk renklerle yaptım. Mesela birisi diyor ki “Zevk almadım bu işlerden”. Ama biz burada yaşıyoruz. Farkında mısın?

Az önce duygusal boyutta da teğet geçiyoruz dediniz. Ne gibi mesela?
Bir önceki seri resimlerimde sıçramalar teması vardı. O seride bahsettiğim duygu şuydu; aşk ya da kahramanlık gibi terimlerin altının boşaltıldığına inanıyorum. Mesela kahramanlık denilince “Ne işin var, başın derde girer” deniliyor. Onun için ben bu çağı ortaçağ olarak kabul ettim. Yeni bir Rönesans’a yeni bir sıçramaya ihtiyacımız vardı. Şu anda da aynı şeyi söylüyorum aslında, sadece biçim değişti. Biraz daha duygulara, insana yatırım yapılmalı biz hep maddeye yatırım yapıyoruz. Duyguyu beslemezseniz körelir, daha önce sıçramayla ele aldığımı şimdi mimari ile ele alıyorum.

16 Ocak 2011 Pazar

‘Bu resimler hem soyut hem kavramsal hem de siyasal bir sentez’

Bedri Baykam son 2 yılda gerçekleştirdiği eserlerini Kadıköy’de Caddebostan Kültür Merkezi ve ardından Taksim’de Piramid Sanat Merkezi’nde sanatseverlerle buluşturdu. ‘İçim Parçalanıyor’ adını taşıyan sergisindeki resimlerini Baykam, tarihsel ve siyasal imgeleri soyut ve kavramsal yaklaşımlarla sundu.

Hülya Küpçüoğlu

Kadıköy yakasında ilk defa sizi görüyoruz yanılmıyorsam?

Kişisel olarak ilk sergi. Ama daha önce Kadıköy’de Mine Sanat Galerisi’nde karma sergilere katıldım. İstanbul’da sanatsal aktiviteler genellikle İstanbul yakasında oluyor. Kadıköy’de Caddebostan Kültür Merkezi’nde bir sergi gerçekleştirmek istiyordum. Böyle önemli bir sergiyi onlarla yapmak istedim. Bu, İstanbul’un Anadolu yakasının sürekli taşra olarak görülmesine karşı yapılan bir hareket aynı zamanda. Sergi önce Anadolu yakasında görülmüş oluyor. Sanatı, İstanbul’da Beyoğlu’nda ya da Nişantaşı’nda yapılan bir aktivite olmanın dışına çıkarmamız lazım diye düşünüyorum. Adana’da, Hasankeyf’te, Bodrum’da sergiler açtım. Anadolu’ya da her yıl birkaç tane sergi taşımak istiyorum.

Sizce Kadıköy yakasının sanat anlamında geri kalmasının sebepleri neler?

Açık konuşalım; İstanbul Avrupa yakası hükümdarlığı. Yalnız Anadolu yakası da değil. İstanbul Avrupa yakası ve Türkiye’nin gerisi var gibi bir durum var. Sanki bunun dışında açılan her şey sonra gelir. Türkiye resim piyasasının %80’ni Avrupa yakasında dersem abartmış olmam diye düşünüyorum. Biraz da piyasa yönlendirmesi diye de görebiliriz. Ama bunu genişletmek hepimizin işi…

Politik Art’la 80’li yıllardan bu yana çalışmalar yapıyorsunuz. Özellikle ikinci yarısından itibaren…

87’den itibaren Demokrasinin kutusu ile başlayan ve Kubilay’ın Odasıyla devam eden ve ardından da 12 Eylül işkencelerini ele aldığım 1988’deki ‘İç Manzaralar’ ve çok büyük siyasi sergilere doğru yönelen bir kariyerim var. Ama 80’li yılların ortalarında da ‘Modern Sanat Tarihi Batının Bir Oldu Bittisidir’ adlı manifestomu yazarken, sanat politikası çerçevesinde işler üretiyordum. Onlar kültürel emperyalizmin, sanat politikası ve doğu-batı çekişmesi üzerine idi. 87’den itibaren daha genel siyasi işlere yöneldim.

Evet, daha dönemsel işlere yöneldiniz. 68’li yıllar gibi, Kuvay-i Mİlliye sergisi gibi. Fakat bu serginizde belli bir dönem değil de belli bir sürece gönderme yaptığınızı söyleyebilir miyiz?

Evet, burada aydınlanma için karanlığa karşı mücadele eden insanlar, ölüm riski alan insanlar veya öldürülen insanlar veya şu anda Cumhuriyet adına nöbetçilik yapar gibi, bu cumhuriyeti hapiste nöbetçilik yaparak bekleyen insanlarımız, hem demokrasi şehitlerimiz, hem demokrasinin bu şekilde bekçileri var. Ve onlara ithaf edilen bir sergi yapmak istedim. Nasıl ‘Sivil Diktaya Hayır’ adlı kitabım çıktıysa bundan 2 ay önce, bu sergide onun sanatsal yansımadır. Bu serginin ilginçliği yazar Bedri, siyasal-eylemci Bedri ve sanatçı Bedri’yi birleştiriyor olması. Bu sefer yaşadığımız çağda bir siyasal eylemle… Bu resimler hem soyut hem kavramsal hem de siyasal bir sentez.

Ama yine geri dönüşleriniz de var. Deniz Gezmiş’te var, İsmet İnönü’de var…

Sonuçta bu resimlerde bir yüzleşme ve bir parçalanma var. Etnik parçalanma, siyasal parçalanma var ve bu parçalanmanın içerisinde sıkışan bilincimiz, iç dünyamız, hayatlarımız umutlarımız, kalbimizde taşıdığımız ağırlıklar, yükler, üzüntüler ve bir de aynalar var. Bu aynalar ‘Bu benim sorunum değil, ben tuhafiyeciyim, fizik profesörüyüm, ev kadınıyım, bu benim alanım değil deme şansımız olmadığını gösteren bir yapı. Bu hepimizin sorunu. Bu gemide biz beraber yer alıyoruz. Ya hep beraber batacağız ya da hep beraber çıkacağız, bu yüzleşmeyi iliklerimize kadar yaşamaya mecburuz.

O zaman asıl mesajınızı izleyicilere vermek istediğinizi söyleyebilir miyiz?

Evet, ben sanatçı olarak yüzleşiyorum kendimle, ülkemle, sorunlarla ve bizi bekleyen tehlikelerle. İzleyicinin de olaya dış gözle bakıp, kaçmalarının artık mümkün olmadığını vurgulamak istiyorum. Bu dünyanın bir parçası onlar ve bundan kaçma hakları ve şansları yok. Bu dünyanın içinde yer alıyorlar. Bir milletvekili ya da yazar kadar işin içindeler çünkü ister hapse atılan insanlara duydukları yakınlık, ister kaybettiğimiz insanlara duydukları yakınlık, ister gece suçluluk hissinden uyuyamamaları hepsi toplandığında neler hissettiğimi çok iyi anlıyorlar.

Az önce biraz bahsettiniz ama Neden içiniz parçalanıyor?

Özgürlüklerin adım adım sahte demokratik kılıflarla, faşizme ulaşmak için sahte demokrasi sözleriyle adım adım ülkenin nefes alamaz faşist bir rejime doğru yol alması. Yani AB standartlarında evrensel demokrasi getireceğiz, bize evet oyu verin diye meydanlarda 2 ay turlar atmış bir parti, daha seçim biteli 3 hafta olmuş, üniversitelere polis koyacağım diyor. Anlaşılan öğrencilere benzeyen sivil polisler gezecek. Bu hükümet artık telefon dinlemeleriyle yetinememektedir. Öğrencilerin arasına polisler sokmaktadır. Herkesin bu toplumun bir parçası olarak, cumhuriyet değerlerini veya demokratik değerleri kuşatan çeşitli odaklardan hesap soracaklarına onlardan korktuklarını ve sindiklerini görüyoruz.

Sergideki işleriniz arasında size ait bir takım giysilerde görülüyor… Ayakkabı gibi, tişört gibi…

Özetle sanatçının iliğine kadar, ruhuna kadar bu olayın bir parçası olması, bunun bir yansıması. Sen bu işte var mısın? Aynaya bakıyor musun? Tepki veriyor musun? Evet, ben tüm bunların hepsini yapıyorum ve illiğime kadar, terime kadar, ruhuma kadar, iç çamaşırıma kadar yapıyorum. Arada kendi ruhumla, siyasi ideolojiye, sanata, özgürlüğe, faşizme, mücadeleye angaje oluşumuzu tescil etmek istercesine ben de varım bu seride. Sonuçta 10 yıl atölyemde kullandığım kıyafetlerim var, çamaşır kadar tenime değen şekilde kullandığım kıyafetlerim var. Ayakkabılarım var. Bunları normal buluyorum, daha iyi bir yerde kullanamazdım.

Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?

İnsanlar diyor ki, nasıl bir sergi? Nasıl cesaret etmiş? İnsanlarda böyle komik şeyler var. Akla gelen şeyleri yapmak, cesaret değil doğal akıştır. Ama aklına getirdiği her şeyden ürken ve oto sansür içinde olan ve şunu yapsam babam ne der? Şunu yapsam hükümet ne der? Bunları düşünerek kendi kendisini imha eden insanlar ve kurumlar var. Türkiye’nin içinde bulunduğu durum çok acı. Belirli odaklar Türkiye’de Savcıları, valileri, emniyet müdürlerini ele geçirdi ise, yarından sonra derhal mücadele etmeliyiz. Uğur Mumcu öldürüldükten sonra kullandığım bir cümle vardı; ‘hepimiz hedef olursak, kimse hedef olmaz’ demiştim. Aman ben hedef olmayım, kimse hedef olmasın diye dolaşırsak, aynı kişileri 88 kere hedef yaparsınız. Ahmet Taner Kışlalı da birçok kere bu cümlenin önemine dikkat çekmişti. Bunu topluma hissettirmeye çalışıyorum. İnsanların rahatlamalarından sıyrılmaları, bu olayı toplumla beraber yaşamaları ve teslim alınmış veya ruhlarını teslim etmiş insanlarla bu toplumda başı boş bir şekilde dolaşmaların artık son bulması gerektiğini düşünüyorum.

(Bu röportaj 2011 Ocak Bosphorus Sanat Gazetesi'nde yayınlanmıştır)

11 Ocak 2011 Salı

‘Hayata doğru gözlerle bakan kadın sayısı az’

Kezban Arca Batıbeki New York’ta bugün Leila Taghinia Milani Heller Gallery’de ‘Pulp Fiction’ adında kişisel bir sergi açıyor. 1 Şubat’a kadar açık kalacak olan sergide sanatçı, kadın imgesinin yaşam içerisindeki farklı konumlarına gönderme yapıyor. Kadınların dünyaya bakış açısını eleştiren sanatçı, sınıf atlamak için savaşan kadınları ironik bir dille anlatıyor. .

Hülya Küpçüoğlu

Amerika’daki ilk kişisel serginiz...

New York' da ilk kişisel sergimi açacağım LTMH Gallery'nin sahibi, 2009’daki Contamporary’de, Galerist standındaki "Da Vinci Code" adlı büyük resmimi görüp beğenmişti. 2010 da ‘İstanbul Cool’ başlıklı, içlerinde benim de bulunduğum bir karma sergi yaptılar. Bu serginin ardından da bana kişisel sergi teklif ettiler.

Geçtiğimiz yıl Türkiye’de yaptığınız ‘Pulp Fiction’ serginizle aynı adı taşıyor….

Konu aynı, alt metin aynı ama resimlerin çoğu farklı. 11 resim ve 4 fotoğraf olacak sergide…

Resimlerinizde kadın olgusu ön planda görülüyor. Kadın imgesi resimlerinizde çok farklı noktalarda gösterilebiliyor, bu farklılığı kadınlara yönelik bir eleştiri olarak adlandırabilir miyiz?

Ben de kadın olduğum için kendimize yönelik eleştiri de diyebiliriz. Çünkü kadınlar arasında aslında olmamasını tercih edeceğimiz bir sürtüşme olduğu aşikar. Biraz bu sürtüşmelere ironik bir dille ve şaka yollu göndermeler yaptığımı söyleyebilirim. Çünkü ben, alt yapısında şiddet, tecavüz, baskı,kıskançlık gibi çok ciddi, toplumsal yaralara dayanan konulara, ironik yaklaşımımla tanınıyorum işlerimde. Ayrıca paparazzi programlarının patladığı 1990’lı yıllardan itibaren, bu tip programlar ve BBG evleri programlarından etkilenen orta ve alt sınıf kadınların kendi içlerindeki varolma, sınıf atlama kaygılarının giderek arttığını gördüm. Bunu bir yandan medya da körüklediği için kendilerini o hayatın bir parçası olarak görmeyi hedeflediler. Zaman içinde sınıf atlama çabaları komik boyutlara ulaştı herkes bulunduğu yerden daha üst sınıfa -ne demekse- atlamak için birbirinin ayağını kaydırmak üzerine kafa yormaya ve daha önceki resimlerimde de konu aldığım, görünmeyen kafeslere kendilerini kapatmaya başladılar. Dolayısıyla benim de işlerimin pek çoğunda sınıf atlamaya çalışan ve bunun için savaşan kadınlar var. Ben bunu ironik bir dille anlatmak istediğim için ellerine silahlar veriyorum,şükür ki saldırılar bu boyuta ulaşmıyor, çoğunlukla sadece düşünce platformunda kalıyor ama bu silahtan çok daha kötü bence.

Peki resimlerinizdeki kadınlar ‘orta sınıf kadınlardır’ diyebilir miyiz?

Aslında belli bir sınıfa sokmamak daha iyi galiba. Ben payetli iç çamaşırı giyen kadınların yanısıra, çarşaf giyen, peçe takan kadınların da resmini yapıyorum. Onlar da kendilerini bir şekilde kafese hapsetmiş gibi geliyor bana. Kendi iradesiyle, kocasının ya da babasının baskısıyla kapanmış olabilir. Aslında o kadınlardan bazılarının içinde nasıl ışıltılı bir dünya olabileceği ve bu farklılığın tüm ışıltısıyla diğerleri arasından nasıl ayrık otu gibi sıyrıldığını ve nasıl dışlanabildiğini yine ironik bir dille anlatan üzerinde çalıştığım bir dizi resim var. Özetlemek gerekirse duyduğumuz, gördüğümüz kadın ve şiddete dair her konudan besleniyorum işlerimde.

Az önce konuşurken çalışmalarınızın medyada paparazzi programlarının artması, medyanın körüklemesi gibi ifadeler kullandınız, bir anlamda resimlerinizin içinde medya eleştirisi de var diyebilir miyiz?

Medya değil aslında benim eleştirmek istediğim, daha çok kadınların dünyaya bakış açısı. Hayata doğru gözle bakan kadın sayısı çok az, bunun için köylü, kasabalı, şehirli ayırımı da yapamayız. Birçok kadın genelde yapıcı değil, yıkıcı ve şikayet içeren bir gözle bakıyorlar dünyaya. Hayatlarını düzeltmek, üretmek ve yeniden başlamak yerine, hep mağdur, hep ezik ve herşeyden şikayetçiler.Kimse suçu kendinde aramak istemiyor. Oysa bazı kadınların bu kısır döngüyü kırıp, kendisine çok doğru bir yol seçip gidebildiğini de görüyoruz.

(Kezban Arca Batıbeki röportajı 11 Ocak 2011'de Haber Turk Gazetesi'nde yayınlanmıştır)

9 Ocak 2011 Pazar

DOSTLAR ALIŞVERİŞTE GÖRSÜN!

Hülya Küpçüoğlu

Geçtiğimiz haftalarda açılan Piramid Sanat’taki ‘Boya Sen Nelere Kadirsin?’ sergisi 3 farklı sanatçıyı konuk ediyordu. Bahri Genç, Deniz Gökduman ve Safiye Mine’den oluşan sergi, tuval üzerinde farklı anlamda çalışan sanatçılardan oluşuyordu. Sergi ile ilgili 4 Ocak 2011 tarihinde Birgün gazetesinde Fırat Arapoğlu imzalı çıkan yazı, tıpkı sanat eleştirmeni arkadaşımızı serginin adı nasıl şaşırttıysa, beni de şaşırttı.

Hedefteki Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği…

Arapoğlu’nun yazısında gözüme ilk takılan şey, Baykam’ın yazmış olduğu katalog metnindeki bir alıntıyla başlayan cümlenin ardından yaptığı yorum oldu. “Çeşitli platformlarda beraber çalışma olanağı bulduğum Bahri Genç” cümlesi açıldığında, Bahri Genç’in ve Safiye Mine’nin UPSD’de görev yaptıkları ve Gökduman’ın da bu derneğe üye olduğu gerçeğiyle karşılaşılıyor. Yani, katalog yazarı Bedri Baykam ile birlikte karşınızda “%100 UPSD imalatı” bir sergi var.’ Fırat Arapoğlu’nu bilgilendirmek için söylüyorum UPSD’nin yaklaşık 1500 üyesi var. Türkiye genelindeki sanatçıların neredeyse %80’ni UPSD’ye üye… Yani yazmış olduğu ifadenin, Türkiye genelinde açılabilecek sergilerin neredeyse tamamı için söylenebileceğini, yine yazarımızın daha önce yazılar yazmış olduğu sergilerdeki sanatçılar için de geçerli olabileceğini unutmamalı… Arapoğlu’nun yaklaşımında ön yargılı ve Uluslararası Plastik Sanatlar Derneğini bilmeyen bir tavır görülüyor. Yanı sıra aklımıza Piramid Sanat’ın Dernek üyesi olan sanatçılara sergi açmasının neden bu kadar dikkat çektiği gibi sorular geliyor. Sonuçta Piramid Sanat bağımsız özel bir galeri. İstediği sanatçılara sergi açamayacak mı? Bedri Baykam’ın Safiye Mine ve Bahri Genç ile birlikte Dernek yönetim kurulunda çalışıyor olması ve Gökduman’ın da bu derneğe üye olması, sonuçta Baykam’a ait olan bir mekanda sergi açamayacakları anlamına mı geliyor? Ayrıca Baykam’ın daha önce de birlikte çalıştığı sanatçılarla yada sanatçılara sergiler açtığı da bilinirken, neden özellikle bu sergide böylesi ifadeler kullanılmıştır? Piramid Sanat tarafından hazırlanan sergi kataloğu için yazarımız ‘katalogun her yerini Piramid Sanat logoları ve reklamları ile doldurmanın gereksizliği üzerine düşünülmeliydi.’ Derken sanırım hiç kendi bastırdığı katalogda logosunu kullanmayan veya kendi reklamını yapmayan bir galeri olabilir mi? gerçeğini unutmuş görülüyor. Benzer bir şekilde mesela Baykam tarafından Deniz Gökduman için söylenen ‘günümüzün dijital sanat olanakları ve photoshop programlarını andıran bir üslup seçiliyor”cümlesi ardından yazdığı ‘cümlesi akıllarda, acaba övüyor mu yoksa dövüyor mu hissini uyandırırken…’ derken yazarımız sanırım dövülecek bir sanatçıya neden sergi açılsın ki? Gerçeğini de unutuyor.

Polemiğe giren Baykam mı?

Bunun yanı sıra Eleştirmenimizin Baykam’ın yazdığı metindeki yazılardan alıntılar yaparak, belirtmek istediği anlamlar ortadayken, kendi doğal akışından çıkarıp, çok başka anlamlar yüklemeye ve farklı yerlere çekmeye çalışması ne kadar doğru? Ya da yazısında sanki Baykam’ın birileriyle polemiğe giriyormuş gibi yazması? Burada olsa olsa ancak Arapoğlu’nun Baykam’la polemiğe girmeye çalışarak isim yapmaya çalıştığı söylenebilir.

Sonuçta…

Günümüzde özellikle bazı yazarların eleştirmekten genelde olumsuz eleştiriyi algılaması, bu şekilde ortamda kendilerine yer edinmeye çalıştıklarını hatta bir eseri veya bir sergiyi anlamlandırmaya çalışan eleştiri yazılarını ve yazarları görmezden geldiklerini biliyoruz. Ortamda elbette olumlu ya da olumsuz eleştiriler yazılmalı. Ancak ön yargılı bir bakış açısıyla ve yazılarında zorlama ve gereksiz bir şekilde olumsuzu aramak nasıl değerlendirilmeli? Sonuçta, ‘Dostlar alışverişte görsün’ şeklinde ‘eleştirmek için’ eleştirmeye çalışmaktan öteye gitmeyen bir yazı var karşımızda.

4 Ocak 2011 Salı

'Stili olmayan bir sanatçıyım'

Fatih Mika, gravür sanatının en önemli isimlerinden biri

04 Ocak 2011 Salı, 09:38:29
GAZETE HABERTÜRK / HÜLYA KÜPÇÜOĞLU

Gravür sanatının önemli isimlerinden Fatih Mika, doğduğu ve büyüdüğü Küçükçekmece’ye 'Gravür' adlı sergisiyle geri dönüyor. Kişisel bir stilden çok gravürün anlatım dilini zorlamayı ve oradan yeni tatlar çıkartmayı seven Mika’nın sergisi Cennet Kültür ve Sanat Merkezi’nde 10 Ocak’a kadar devam edecek.

Felsefe eğitiminizi yarıda bırakıp Yugoslavya’da gravür üzerine eğitim gördükten sonra İtalya’ya yerleşme süreciniz nasıl gelişti?
Güzel sanatlara girmeyi çok istemiştim ama olmadı, felsefeye girdim. Felsefeye devam ederken 1980 öncesi Türkiye’nin politik olarak çok çalkantılı bir dönemiydi. 12 Eylül gelince mecburen yurtdışına kaçmak zorunda kaldım. Gidebileceğim fazla bir yer yoktu, köken olarak biz Kosovalıyız ve tekrar oraya döndüm. Birdenbire önümde geniş bir yelpaze açıldı üniversite seçme konusunda. Tekrar aklıma akademi geldi, bu sefer grafik bölümünü seçtim. Grafik bölümünü seçerken Türkiye’deki karşılığı gibi bir şey sanıyordum. Meğer Doğu Bloğu ülkelerinde grafik, gravür baskı sanatıymış. Biraz da kazayla oldu ama çok sevdim. Gravür tekniğinin kendimi ifade edebileceğim bir sanat olduğuna karar verdim. Sonra Saraybosna’ya geçtim 2. yıl. Hocalarımız dünya çapında ve çok iyilerdi. Daha sonra ihtisasımı orada yaptım ve şimdiki eşimi tanıyıp Roma’ya gittim.

Siz aynı zamanda Küçükçekmecelisiniz. Bu anlamda ayrı bir yeri var mı serginizin?
Birçok anlamda ayrı bir yeri var serginin. Bunlardan bir tanesi doğduğum yere sanatçı olarak geri dönmem, ikincisi uzun yıllar yurtdışında yaşarken doğup büyüdüğüm yerlerin denizin, gölün, kuşların benim üzerinde bıraktığı etkileri gravür diliyle anlatmaya çalışmış olmam. Herkesin dikkatini çekiyor ve soruyorlar ‘Neden bu kadar çok kuş veya balık?’ Aslında bu soru bana burada sorulmayacak sanıyordum. Fakat gerçekten Çekmece çok değişti, bir kasaba bile değilken şimdi 700-800 bin kişinin yaşadığı bir yerleşim merkezi. Yeni kuşaklar ve sonradan buraya yerleşenler de Çekmece’nin doğal güzelliğinin farkında değiller. Türkiye’nin ciddi sorunlarından bir tanesi şu, göçebe bir halkız ve bir yere ait olma duygumuz yok. İtalyanlarda ait olma duygusu çok fazladır. Zaten biz de bu duygunun olmaması yüzünden kaybettik doğal güzelliklerimizi ve tarihi eserlerimizi.

Siz Türkiye’de daha önce de sergiler yapmıştınız...
Evet, Küçükçekmece’deki ilk sergi. Aslında genelde sergi alanları şehrin hep merkezi yerlerinde ve ben de oralarda sergiler yaptım. Fakat Türkiye hızla değişen bir ülke, belediyelerin olanaklarının artması, merkezdekileri ilgilendirecek yeni alanların olmasına neden oldu. Gerçekten de merkezde bu tür sergi alanları yok artık. Böyle bir sergi alanı olmasa bile Küçükçekmece’de bir gecekonduda da sergi yapardım.

Serginizde kuşlar, balıklar gibi temalar yanında başka birtakım konularla ilgili çalışmalar da vardı. Bu farklılığı tercih etmenizin nedenleri?
Farklı dönemlerimden işler var ama aslında ben stili olmayan bir sanatçıyım. Bu benim tercihim ve bilerek yapıyorum bunu. Çünkü bir tarza ya da anlatım diline ulaşmaktan başka gravürün anlatım dilini zorlamayı ve oradan yeni tadlar çıkartmayı severim. Hatta aynı günlerde aynı zaman dilimi içinde çok farklı tarzlarda gravür yapabilirim. Tek bir stilde gravür yapsam hep aynı yemeği yiyormuş gibi hissederim.


http://www.haberturk.com/kultur-sanat/haber/587870-stili-olmayan-bir-sanatciyim