22 Şubat 2011 Salı

'Gizli Bahçe’de bir tapınak havası yakalamak istedik'

Bahar ve Ozan Oganer, ALANistanbul’da açtıkları sergiyi anlattılar

22 Şubat 2011 Salı, 13:13:12

GAZETE HABERTÜRK / HÜLYA KÜPÇÜOĞLU

'Gizli Bahçe' Bahar ve Ozan Oganer’inALANistanbul’da açtıkları sergilerinin adı. Ortak atölye deneyimlerinden yola çıkarak gerçekleştirdikleri sergide, Bahar Oganer’in resim,Ozan Oganer’in ise heykel çalışmaları yer alıyor. 11 Mart’a kadar izlenebilecek olan sergideki gizemli atmosfer, Maya kültürü ile doğaya yapılan göndermeler, eserleri ortak bir paydada birleştiriyor.

Sanat dünyasının merkezi İstanbul’da ama siz İzmir’de yaşıyorsunuz. Zor olmuyor mu?

B.O: Aslında çok zor oluyor. Uzak kalıyoruz her şeye. Mesela 1 hafta kalıyoruz ve her şeyi sıkıştırmaya çalışıyoruz. Çünkü geldiğimizde de yoğunluklar oluyor. Bir sürü şeyi kaçırabiliyoruz.

O.O: Evet, İzmir’de yaşadığımız için çok aktif bir biçimde sergileri gezip göremiyoruz. Ama şöyle bir artısı da var bence. Bazen başka kaygılarla hareket edip, şu an sanat piyasası dediğimiz ortamda popüler işlerin takibinin artmasıyla onlara benzer işler üreten, böylelikle birbirine benzeyen çok fazla çalışma olduğunu düşünüyorum. Bu kaygılardan uzaklaşmak açısından doğru bir yanı olduğu kanısındayım.

Ortak bir projedesiniz ilk defa. Buna nasıl karar verdiniz?

B.O: Ozan’la birlikte Paris’te Banu Dicle ve Leslie Riggs in kurduğu SIMIT’in aracılığı ve İKSV’nin bursu ile geçen sene Paris’e gittik. 6 ay Cité Internationale des Arts’da kaldık. Bizim için güzel bir deneyimdi. Cité Internationale des Arts, 300 sanatçının kaldığı ve aynı zamanda Türkiye’nin de atölyesinin olduğu bir bina. Aynı atölyeyi kullanıyorduk ve bunun sonucunda bir sergi olsun istedik.

Ozan bey, sergide dantele heykel gibi form verip kullanıyorsunuz. Ancak daha önceki çalışmalarınızdan çok farklı. Bu değişim nasıl oldu?

OO: Daha önce dekonstrüktivist işlerim vardı. Şu an yaptığım işlerin eski işlerimle hiçbir benzerliği yok. Bundan sonra bu şekilde devam edecek. Paris’teyken daha önce görmediğim bazı materyaller gördüm. Bunlar üretmeye ve yeniliğe açık malzemelerdi. Heykelde istediğim transparanlığı sağlayabilecek birçok malzeme deneme fırsatım oldu. Bahar’la orada bit pazarına çok sık gidiyorduk. Pazarda Fransız güpürlerini gördüm ve niye dantel kullanılmasın, diye düşündüm. Yeni malzeme bulmanın heyecanıyla çalışmalarıma hız verdim. Burada annelerimizin çeyizleriyle başlayıp, işlerime yön verdim. Bu aşamadan sonra formlara göre en uygun dantel motiflerinin araştırmasına başladım.

Dantel sonuçta dişi bir malzeme, bunu eril bir hale getirdiğinizi söyleyebilir miyiz?

O.O: Evet malzeme dişi fakat o eril dönüşümü gerçekleştirdiğimi düşünüyorum. Bir sonraki sergimde ağırlıkta kadın figürleri olacak ve kadının zarifliği ile malzemeyi bütünleştirmek istiyorum.

Bahar hanım, sergide yer alan çalışmanız yaptığınız ilk duvar resmi mi?

B.O: Evet ilk. Uzun zamandır bir duvar resmi yapmayı istiyordum. İşlerimde izleyene, izlediğim alanı göstermek; onu o noktaya yönlendirmek, belki de aynı şeyi izletmekti amacım. Bu büyük duvar resmi ile izleyiciye biraz daha yakınlaştım.

“Gizli Bahçe” adına ikinizin işlerinin paslaşması açısından nasıl bakmalıyız?

O.O: Doğa ile ilgili işler yapmak istiyorduk uzun bir süredir. Maya kültürünü araştırıyordum. O zaman mitolojik bir atmosferle, doğa ve yaradılış hikâyelerinden bazılarını birebir tasvirleriyle değil onların bana hissettirdiği imgeleri izleyene hissettirmek istedim. Fantastik bir mekan, bir rüya bir efsanenin mitolojik etkilerinden biraz uzaklaşarak, bir gezi bir seyahat havası yaratmaya çalıştık.

B.O: “Gizli Bahçe”de Ozan’ın dantelden mitolojik karakterlerinin ışık oyunları ile mistik havası, benim uyguladığım duvar resmi ve tuval işlerdeki orman dokusu ile bir tapınak havası yakalamak istedik.

http://www.haberturk.com/kultur-sanat/haber/603669-gizli-bahcede-bir-tapinak-havasi-yakalamak-istedik

(Bahar-Ozan Oganer röportajı 22 Şubat Salı günü Haber Turk Gazetesi'nde yayınlanmıştır)


18 Şubat 2011 Cuma

‘CİHAT BURAK’IN ATÖLYEMİZE GELMESİ BİR TAVSİYE ÜZERİNE OLDU’

Süleyman Saim Tekcan’la yaptığımız söyleşiler dizisinin ikinci Mimar-Ressam Cihat Burak’la devam ediyor. Tekcan ile Cihat Burak’ın Çamlıca Sanat Evi’ndeki çalışmaları, resimleri ve yaşamı ile ilgili konuştuk.

Hülya Küpçüoğlu

Cihat Burak’la nasıl bir tanışmayla arkadaşlığınız başladı?

Cihat Burak Türk resminde belki Türk entelektüel yaşamında herkesin tanıdığı ve sevdiği bir kimlikti. Dostluğu, sohbeti ve içkiyi seven bir kişiydi. Onun bizim atölyemize gelmesi bir tavsiye üzerine oldu. Ama bize gelinceye kadar da eski Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulu’nda veya bazı sanatçılarla gravür çalışmaları yapmıştı. Tatbiki Güzel Sanatlar o dönemlerde Beşiktaş’taydı ve orada Mustafa Aslıer ve Mustafa Plevneli destekleri ile gravür yaptığını biliyoruz. Genelde eski plakalar üzerine çizdiği desenlerle, yaptığı siyah-beyaz çizgisel gravürlerine rastlıyoruz bugün de. Ama Cihat Burak bizim atölyemizde gravür değil serigrafi yaptı.

Resimsel anlatımları hakkında neler söyleyebilirsiniz?

Resimsel anlatımları genelde hiciv dolu, düşünsel tarafı olan resimlerdir ve tüm resimlerinde bir kolaj vardır. Onun etkilendiği şeyler bir gazetede çıkan portre veya yazı veya yazı ile bağlantılı bir fotoğraf olabilir. Benim için onun en önemli sergilerinden bir tanesi ‘Galeri A’ da yaptığı sergidir. Orada resimlerin konuları çok ilginçti. Mesela yere yatmış Nazım Hikmet’in bir görseli kullanarak onun göğsünde bir çiçekle yaptığı resim çok etkiliydi. Yine benim aklımda kalan resimlerden bir tanesi ‘Zeki Müren’ resmiydi. Onun o şaşalı kıyafetlerini de kullanarak resmetmişti. İnsanların aklında kalan, görsel izlerle yapmıştır resimlerini ki biz de yaptığı resimlerde kullanmıştır. Mesela Maria Callas, İngiltere prensinin evlenmesi gibi konulardan oluşuyordu resimleri. O resimde bir sobanın televizyon gibi gösterilerek içinde bu düğüne ait bir görseli, kedileri ve vazo gibi farklı objeleri görebiliriz. Bunlara o yüzden kolaj diyorum, etkilendiği görsel motıfleri bir araya getirerek oluşturduğu resimsel anlayışı var. Ama yaşam biçimi de öyleydi. Onunla bir içki sofrasına oturup sohbet etseydiniz, birbirinden kopuk görülen ama sonra birbiriyle ilişkilendirilen birçok şeyleri anlatırdı.

Bir ara da Fransa’ya gitti yanılmıyorsam?

Fransa’ya gidiyor ve orada yaşayan Türk sanatçıları ile iç içe bir yaşam sürüyor ve orada resim yapmaya başlıyor. En güzel dönemlerinden bir tanesi orada yaptığı resimlerdir. Biraz karanlık resimlerdir ama Fransa kokan resimler ve onun ilk dönemleridir.

Resimlerinde hicivsel bir yan var ve az önce bahsettiniz Nazım Hikmet gibi politik figürleri de resimlerinde kullanmış. Bu anlamda herhangi bir sorunla karşılaştı mı döneminde?

Tepki aldığı muhakkak. Yaptığı konular her yerde konuşulmayacak konulardı. Ama Nazım’ın o sergideki resmi herkesin aklında kalan resmidir. Sol düşünceli bir insandı. Sol düşünceli insanlar eskiden komünist diye nitelendirilirdi. Aslında Türkiye’de hiçbir zaman komünizm olmadı. Komünist insan da olmadı. Bunu Mahir Kaynak en son katıldığı televizyon programlarından birisinde söyledi. Ama bir çok insan komünist diye damgalandı. Bir dönem zorla komünist sayısı çoğaltıldı. Benim de damgalandığım dönemler oldu ama solcu olmak, komünist olmak gibi kavramlar aslında yapıştırılmış kavramlardır. Cihat Burak için sol tandanslı denebilir. Resimlerinin toplumsal gerçekliğin içersinden konular olduğunu söyleyebilirim.

Biraz da Çamlıca Sanat Evi’nde yaptığı çalışmalardan söz edebilir misiniz?

Bir gün Cihat bey bir sürü desenle atölyemize geldi. Onun gibi pek çok sanatçı da desen ya da fotoğraflarıyla geldiler. Ve ‘resimlerimizden özgün baskı olur mu?’ diye sordular. Şimdi, bir resimden özgün baskı olur mu? Olabilir… Ama özgün baskı yerine o resimlerden yola çıkarak herhangi bir teknik aracılıkla teknik baskılar çoğaltılabilir. Benim her zaman söylediğim şey şuydu; ‘Özgün baskı tekniği içersinde resim üretmek’. Yani bir resimden özgün baskı yapmak değil. Sonunda bir çok sanatçının ilk sorduğu sorudan yola çıktığımızda özgün baskı için resim üretmeye başladılar. Burak’ın yaptığı çalışmaların hepsinde hiciv vardır. Onun özellikle resimlerinin adı çok ilginçtir. Mesela çalışmalarından biri ‘Dolmabahçe Sarayı’nın Önünde Malül Gaziler’ dir ama o ‘Mamul Gaziler’ diye yazdı. Çünkü bu elbiseyi giyip kendisine malül gazi diyen insanlar da çoktu ve onların gerçek gazi olup olmadığını da bilmiyorduk. Ama bu tür insanlar o dönemlerde geziniyordu. Burada bütün serinin içersinde ‘kedi’ vardır. Kedi onun bütün resimlerinde vardır.

Kedi’nin onun için simgesel anlamı ne idi?

Kedi başka yaratıklarda olmayan bir özelliği taşıyordu. Özgür bir yaratık olması ve özgürlüğün temsil edilmiş olması, belki de kediyi seçmesinin nedeni budur. O sadece kedileri değil, fareleri de severdi. Bütün hayvanlara ilgisi vardı. Neden olduğunu bilmediğimiz biçimde, sorduğumuz soruları beklemediğimiz biçimde yanıtlardı.

Merak ediyorum Cihat Burak sadece resimsel yanı ile mi hiciv taşıyordu?

Hayır. Bildiği konularda bile başkaları bir şeyi anlatırken o başkalarının bildiğini bildiği halde hiç bilmediğini söyleyecek kadar ilginç bir kişiydi. Gerçek yaşamda iyi bir tiyatrocu idi. Ben öyle diyorum çünkü insanları ‘ti’ye alma veya ‘gırgıra alma’ özelliğine sahip bir insandı. Bizim Çamlıca Sanat Evi’nin açılışında en çok içki içenlerdendi. ‘Cihat ağabey ne yapıyorsun?’ dediğimizde ‘ikmal yapıyorum…’ demişti. Burak’ın dostları da atölyemize gelirdi.

Mesela kimler?

Elif Naci ve Şinasi Barutçu mesela…Ama en yakınında olan kişi Avni Arbaş’tı. Arbaş, onun, hem Galatasaray Lisesi’nden hem de Fransa’dan arkadaşıydı. Çok yakındılar ama çok da atışırlardı. O atışmalardan birisinde Burak’ın Arbaş’a ‘Avni, sen sosyete ressamısın!’ demesiydi. Çünkü Arbaş çiçek resimleri yapıyordu ve Burak, bunu hicvederdi, sosyeteye hitap eden resimler yaptığını söyleyerek bunu hicvederdi. Ve yine en önemli tartışma konumuz ‘Türk Sanatı Ne Olmalıdır?’ bu bizim atölyenin en çok konuşulan konusuydu. Daha sonra Erol Akyavaş katıldı aramıza o da bu konuşmaların içine girdi. Bizim atölyenin yaşamı içinde bu sanatçıların yaptığı ürünleri genelde Urart Sanat Galerisi bir kısmını satın alıyordu. Ödedikleri paralar ciddi paralardı. Ve bu paralarla sanatçılar rahat nefes alırlardı. O zaman ki Urart’ın önemli desteği unutulmamalı.

Az önce Atölyenizde en çok konuşula konunun ‘Türk sanatının ne olması gerekti’ sorusu olduğunu belirttiniz. Cihat Burak bu anlamda ne düşünüyordu? Neler söylerdi?

Cihat Burak Anadolu mimarisine ve Anadolu’daki ürünlere resimleri içinde yer veren bir insandı. Bazı resimlerine kaligrafik ögelerin de girdiğini görürüz. Bu Elif Naci’nin de yaptığı bir şeydi… Daha sonra Cevat Dereli’de de görüyoruz biz bunu. Ama sadece bu da değil, vazo gibi, çini gibi, Türk seramikleri gibi objeleri resimlerinde kullandığını görürüz. Yani yerel konuları bence kendi hicivsel anlatımı ile birleştirir çizerdi diye düşünüyorum.

Kendi resimleri satılmıyor muydu?

O dönemde Cihat Burak resimleri gerçekten satılmıyordu ama sonra Burak’ın siyahları bol kullanarak yaptığı resimlerin çok yüksek fiyatlara satıldığını biliyorum. Onun Urart Sanat Galerisi’nde bizim açtığımız sergisinde, o güne kadar yaptığı satışlara göre bir rekor kırdı. Sergisinde yağlıboyaları ve özgün baskıları sergilendi. Özgün baskılarını toptan aldılar. Şu anda da özgün baskıları yüksek rakamlara satılıyor. Müzemizde de ciddi bir koleksiyonumuz var onunla ilgili.

Koleksiyonunuzda kaç tane Cihat Burak özgün baskısı var?

Bizim koleksiyonumuzda 20’ye kadar işi var.

Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Bu hicivlerin içerisinde Gazilere ‘malul’ yerine ‘mamül’ demesi hicivsel anlatımı bakımından çok önemlidir.

(Süleyman Saim Tekcan röportajı Bosphorus Sanat Gazetesi Şubat 2011 sayısında yayınlanmıştır)

16 Şubat 2011 Çarşamba

'Empresyonist ressamlara gönderme olsun istedim'

Ekrem Yalçındağ’ın Dirimart’ta dün açılan ve19 Mart'a kadar gezilebilecek olan sergisinin adı ‘Sokaklardan İzlenimler’ (Impressions from the Streets) adını taşıyor. İzlenim vurgusunun önemli olduğu sergide sanatçı, 7 adet 2 metre çapında yuvarlak formlu işlerini sergiliyor. İlk kez topluca gösterilen yuvarlak formlu resimlerde, günlük hayatın renkleri tuvale yansıtılıyor.

Hülya Küpçüoğlu

En son kişisel serginiz üzerinden 3 yıl Dirimart’ta açtığınız kişisel sergi üzerinden ise 4 yıl geçmiş. Son 3-4 yıl neler yaptınız?

Son 3-4 yıldır çalışmalarıma devam ettim. Benim önceden beri yaptığım bitkisel motiflerden oluşan resimler devam etti. Onların içerisine son dönemlerde ağırlıklı olarak çalıştığım siyah resimler, siyah konturlu resimlerim ‘renkli siyahlar’ adını verdiğim resimler ortaya çıktı ve bu beni çok heyecanlandırdı. Ama 2007’den bu yana da ben aynı zamanda duvar resimlerine başladım. İlk çalışmam, Berlin’de bir mimari projenin içinde mimarinin bir elemanı olarak ortaya çıkan bir işti. Daha sonra 2008’de Frankfurt’ta Kai Middendorf Galerie’de sadece duvar resmi ile bir kişisel sergi yaptım. 2009’da o iş, Leverkusen Museum Morsbroich’da duvar resmi olarak sergilendi ve hemen arkasından da İstanbul Modern’de ’Gelenekten Çağdaşa’ sergisi oldu ve birkaç tane daha duvar resmi gerçekleştirdim. Duvar resimleri geçen zaman içerisinde ağırlıklı olarak benim işlerimde yer etti.

Bu serginizde duvar resimleriniz veya az önce bahsettiğiniz ‘siyah resimler’i sergilemeyi niçin tercih etmediniz?

Dirimart’ta 4 yıl önce o çizgideki işleri göstermiştik. Yeni bir sergiye ihtiyaç duymama nedenim de o oldu. Sürpriz bir şeyler çıkmayacaktı ortaya, o yüzden bu dönem içerisinde sergi yapmadım. Siyahları bu sergiye koymak istemememin nedeni, kendi içerisinde kapalı olan belli resimleri göstermek istiyor olmam. O da yuvarlak formlu resimler ve ilk kez bir kişisel sergide göstereceğim. Daha önce sergilerin içine entegre ederek gösterdim ama bu sefer standart 2 metre çapında 7 tane resim mekanın içine yerleşecek. İstediğim, net ve yalın bir sergi.

Sergideki tüm işlerin yuvarlak formlu olmasının özel bir sebebi var mı?

Özel bir sebebi yok. Yuvarlak formlu resimlerden önce yaptığım işlerimde yuvarlak alanlar çok yapmışım. Form olarak yuvarlak hep yer almış resimlerimin içerisinde. Frankfurt’ta Akademideyken 10 tane yuvarlak tahta bulmuştum. Onlara bez gerip, astarlayıp çalışmaya başladım. O dönemdeki farklı araştırmaların bir sonucu olarak çıktı yuvarlaklar. Daha sonra da kendi içerisinde ayıklanarak, fazlalıklar atılarak form içerisindeki karışıklıklar aza indirgenerek, sadeleştirilerek her şey ayıklandı ve yuvarlak halkalar motif olarak kaldı.

Resimlerinizi boyama yönteminizden bahsedebilir misiniz?

Benim için bu resimlerde önemli olan iki kriter var; birincisi renk seçimi diğeri ise boyama şekli. Boyama şeklinin farklılığını özellikle vurgulamak istiyorum. Herşey tamamen serbest elle yapılıyor. Nokta ile başlayıp etrafına halkalar yapıla yapıla resmin sonuna kadar gidiliyor. Birincisi süreç – zaman, bu kavram çok önemli. İkincisi elle yapılıyor olması çok önemli. Çünkü elle yapıldığı için resim üzerine bakıldığı zaman arkasındaki insanı hissediyorsunuz... Elle yapılması ayrı bir değer benim için. Renk seçimi önemli demiştim ve o yüzden zaten serginin adı ‘Sokaklardan İzlenimler’. Bu aynı zaman da resimlerin de ismi. Çünkü günlük hayatta karşılaştığım renk kombinasyonlarını boyuyorum. O kombinasyonlar bazen bir insanın giysisi oluyor, bazen düzenlenmiş objeler oluyor. Onların renkleri olarak karşımıza çıkıyor.

Resimlerinizde sokaktaki izlenimlerinizin renk olarak ele alındığını söylediniz. Bunun nasıl bir ön çalışması oluyor? Mesela fotoğraf mı çekersiniz?

İlk başlarda, fotoğrafla kayıt ediyordum renkleri. Onlar benim için veri oluyordu aynı zamanda da rengin kaynağını gösteriyordu. Hatta bazen o renklerin kaynağı olan nesneyi tuval üzerine çizerek bir tür notlar alıyordum. Resmin belleği diye adlandırdığım bu durum tuval yüzeyinin boyayla dolmasıyla bütün o notlar, desenler boyanın altında kapanırdı.

O zaman o yüzden ‘günlük hayatın renk olarak izlenmesinin resimlerinize pop bir karakter kazandırdığını’ belirtiyorsunuz, değil mi?

Evet, çok pop resimler ama aynı zamanda görsel olarak optik bir etki de yaratıyor. O tür sanat anlayışlarıyla ilişki kurmasını istiyorum. Benim için çok daha önemli olan, serginin ismini verirken Emresyonist ressamlara bir gönderme olsun da istedim açıkcası. Bugün empresyonist bir resim nasıl yapılır’ın bir tür karşılığı gibi...

(Ekrem Yalçındağ röportajı 16 Şubat 2011 tarihinde Haber Turk Gazetesi'nde yayınlanmıştır)

14 Şubat 2011 Pazartesi

'Biz neyiz ki aslında? Hiç!'


Selahattin Yıldırım Röportajı Dekorasyon Dünyası Dergisi Şubat Mart sayısında sayfa 92-93'te okunabilir...




8 Şubat 2011 Salı

'Yüksek sınıftan insanlar ağzı açık resmedilemezdi'


'Suretten Surete- Osman Hamdi Bey'den Günümüze Portre Örnekleri' adlı sergi, Küçükçekmece Belediyesi Cennet Kültür ve Sanat Merkezi Sergi Salonu'nda sanatseverlerle buluşuyor. Sergide, Osman Hamdi Bey'den günümüzün genç sanatçılarına dek toplam 77 sanatçının birer portre eseri yer alıyor. UNESCO etkinlikleri kapsamında, Osman Hamdi Bey'i ölümünün 100. yılında ana programında yer alan sergi, 16 Mart tarihine kadar izlenebilecek. Serginin küratörü Erkan Doğanay sorularımızı yanıtladı.

Hülya Küpçüoğlu

Serginin oluşum sürecinden bahsedebilir misiniz?

- Portre ve otoportre olarak iki ayrı başlık altında olmasını planlayarak çalışmaya başladığımız bu ön proje, ressamların figür üzerine eğilimlerini, teknik ve üsluplarını, sanatsal yaklaşımlarını, özellikle portrede resimdeki özne ile ilişkilerini dikkate alarak bir listemeye gittik. Birinci çalışma tamamlandı önümüzdeki dönemlerde de "otoportre" üzerine bir sergi hazırlığımız olacak. Tabi ki konu figür ya da daha belden yukarı haliyle portre olunca Osman Hamdi Bey bir başlangıcı oluşturmalıydı. UNESCO takvimide yardımcı olunca, Osman Hamdi Bey'i Ölümünün 100.Yılında Anma programına dahil edilince böylesi bir sergiyi Osman Hamdi'den başlatarak günümüze taşımak doğru bir yaklaşım olacaktı. Ki zaten figür denilince Osman Hamdi bir milad kabul edilir. "Suretten Surete" başlıklı bu sergiyi özel bir tema olarak portreyle sınırlandırarak ele aldık ve figürün stilistlik açıdan incelenmesi klasikten çağdaş eğilimlere dek genel çerçevesini çizmeye çalıştık.

Figürün stilistlik açıdan incelenmesi derken?

Sanatçıların, bilinen stillerini karşılayan işlerine yer vermeye çalıştık. Mesela Sabri Berkel'in klasik figürlerinden değil de kübik formlarla minimale geçişe hazırlandığı dönem üretimi olan bir çalışmasına yer verdik. Sanatçıları dönemlerine göre değerlendirdiğinizde ise klasik sanat anlayışı ile yapılmış figür ya da portrelerin akımlarla birlikte nasıl evrildiğini ve günümüz anlayışına geçişi kronolojik olarak görebilirsiniz. Sergide yer alan portrelerin bir kaç başlıkta istatistiğini yaptığımızda mesela; bir- iki örnek dışında neredeyse portrelerin tamamında öznelerin ağızlarının kapalı olduğunu görürsünüz. Hiçbir figür konuşurken, gülerken ya da daha başka nedenlerle ağzını araladığı anda resmedilmemiştir. Klasik batı sanat anlayışı olan bir hiyerarşik durum sözkonusudur aslında, yüksek sınıftan kimselerin resimleri yapılırken ağızlarının açık yapılamayacağını, ama alt sınıftan insanların her türlü biçimde resmedilebilmesini kendiliğinden yaratmıştı. Gülerken, ağlarken ya da daha başka yalın halleri ile sıradan insanlar resmedilebiliyorlardı. İlk başlarda saraya yakın çevrelerde başlayan ve batı eğitimi ile resim yapabilen isimlerin resimlerine baktığımızda da bu ifade ile karşılaşırız. Varolduğu çevre ve birbiri ile ilişkili gelişen resim sanatımız bazı unsurları farkındalıksız bir biçimde geleneğe dönürtürerek kuşaklara aktararak yolculuğuna devam etti.

Peki hangi noktadan hareketle serginin portreler üzerine olmasına karar verildi?

Dünya sanat tarihinde portrenin hemen her toplumda özel bir karşılığı var. İnsanlığın en arkaik dönemlerinden modern, çağdaş deneyimlerine varıncaya dek inanç, güç, ölümsüzlük gibi sosyo-politik, ekonomik, kültürel ve sanatsal sahalarda bir temsilden öte daha farklı anlamlar içermekteydi. Betimleme, gösterme, sunma, sergileme gibi özelliklere sahip olan portre sanatı, zaman içinde yöneticilerin, soyluların ve kralların hizmetinde olmaktan çıkmış, diğer sosyal gruplara ait insanlara, zanaatkarlara, banker, bilge ve sanatçılara hitap etmeye başlamıştır. Ölümün aile ve toplumsal kültür üzerindeki etki ve sürecinin portrecilikle yakın bir bağı vardır ve bu bağ arkaik toplumlara, antik sanata dayanmaktadır.

Sergiye katılacak olan sanatçı isimleri neye göre belirlendi?

-Çalışmalarında figürü özel bir yere taşıma kaygısı güden, sanatsal derdi figür olan sanatçılardan bir liste oluşturdum ve bu sanatçıların üretimleri ile ilgili bir kazı çalışmasına koyulduk. Elbette sonrasında bu sanatçıların en önemli eserlerini toparlamaya, iz sürmeye koyulduk. Hafızalarda yerini koruyan portrelerin yanısıra sanatçı katalog ve kitaplarında devam eden araştırmalar neticesinde liste şekillenmeye başladı.

Kimlerin koleksiyonundan derlendi peki?

Portre-otoportre alanında en önemli koleksiyonerlerden birisi olarak başta Ahmet Merey Koleksiyonundan oldukça faydalandım. Demsa Koleksiyonu, Mustafa Taviloğlu Koleksiyonu, Can Has Koleksiyonu, Hüma Kabakçı Koleksiyonu, Ara Güler Koleksiyonu, Doğan Paksoy Koleksiyonu, Resul Aytemür Koleksiyonu, Komet, Hacettepe Üniversitesi Müzesi gibi koleksiyonlardan derlendi.

Sergi kaç bölümden oluşuyor?

Yetmişyedi sanatçıdan birer eserin yer aldığı seçki okunabilirliği açısından dört başlık altında izleyiciye sunuldu. Birinci bölüm "Uzaktaki Yakınlar". Genellikle istek ve siparişler üzerine yapılmış, sanatçı ile resimdeki özne arasında bir bağ ya da derin bir dostluk görülmeyenler... İkinci bölümde sergilenen "Yakın Portreler"de, genellikle ressamın aile bireylerini görmekteyiz. Üçüncü bölüm " Ressam Portreleri"; bu bölümde ressamların birbirlerini resmetmelerini mekansal açıdanda inceleyebiliriz. Çünkü başlıkla sergilenen eserlerin bir çoğu atölye sohbet ya da ziyaretlerinde modellik yapılaması sonucunda üretilmiş çalışmalar. Fotoğraf kullanımı ya da eskize pek başvurulmadığı anlaşılmakta. Son bölümde ise diğer sanat disiplinlerinden bilinir isimlerin yüzleri yer almakta. "Portredeki Sanatçı" başlığı altında sunulan bu bölüm Sait Faik'ten Ara Güler'e, Cahit Külebi'den Danyal Topatan'a ortak hafızalarda şekillenebilen isimlerle izleyiciyi buluşturmakta.

(Erkan Doğanay röportajı 8 Şubat Salı günü Haber Turk Gazetesi'nde yayınlanmıştır)

2 Şubat 2011 Çarşamba

'Güzelim sarayı at harasına çevirdim'



Süleyman Saim Tekcan
Çırağan Palace Kempinski Sanat Galerisi’nde açtığı sergisi ile 50. Sanat yılını kutluyor. Sergide sanatçı özgün ve çağdaş üslubu ile at imgelerine dair resim ve gravürlerden örnekleri sunuyor. 15 Şubat’ta sona erecek serginin ardından Tekcan yeni projelerle karşımıza gelecek.

Hülya Küpçüoğlu

50. Sanat yılınızı Çırağan Karsperksi Sanat Galerisi’nde açtığınız sergi ile kutluyorsunuz. Nasıl bir 50 yıldı?

Benim 50 yılım dolu dolu bir elli yıl. İçinde eğitim yılları, atölyeler, müze ve belki başka sanatçılarla karşılaştırılamayacak kadar yoğun bir sanatsal çalışmalar var.

Sizin 8 döneminiz var ama sergide sadece bir döneminize ait işleri görüyoruz…

45. yıl sergimi İş Bankası’nda yapmıştım ve o sergimde tüm dönemlerimden resimler vardı. Bu sergide de dönemlerimden bir tanesi olsun diye düşündüm. Bugüne kadar çizdiğim nerdeyse 2000 tane at deseni var. Bazen gravür bazen yağlıboya olarak da yapıyorum. Aşağı yukarı 20 yıllık bir süreç. Ama bu atlar doğada olduğu gibi olan atlardan değil. Doğaya baktığımızda mutlaka resim oluyor ama sanatçının kimliği ne oluyor? O kimlik oluşturma dediğimiz süreçte eğer Süleyman Saim’in atları olabiliyorsa o atlar, benim oluyor yoksa herkesin atlarından farklı bir şey çıkmıyor.

At’larla ilgili serinizi sergi açtığınız mekanla ilişkilendirebilir miyiz?

Çırağan sarayı Osmanlı’nın önemli saraylarından bir tanesi. Bu dönem resimlerimin Çırağan’da sergilenmesi çok uygun oldu. Biraz da konseptin oraya uymasından dolayı tercih ettim. Oradaki atmosferde birçok dönemden işler koymak uygun olmayacaktı. Benim için de bu dönem çok önemlidir. En çok zamanımı dolduran dönemim diyebiliriz. Günlerce çizilen desenlerden yapılan gravürler veya desenler hem Osmanlı hem Türk kültürü hem de Anadolu uygarlıkları ile ilişkilendirilebilir. Gördüğünüz gibi orada bazı at figürlerinde Hitit göndermeleri de var. Bütün bu kültür birikimleri katman katman var çalışmalarımda.

Sergideki resim ve gravürlerinizde at yanı sıra insan figürü de yer alıyor…

Oradaki resimlerin bir kısmını ben Almanya’da yaptım. Gravürlerin bir kısmı son dönem çalışmalardan. Bu gravürlerin içersine söylediğiniz gibi at ve insan ayrı ayrı girdi. Çünkü at ve insan benim gözümde sanki neredeyse birbirine benzeyen 2 yaratık gibi. Mesela kadının saçı ile atın yelesi arasında ilişki var bana göre. At, insana en yakın yaratık.

At ve kaligrafiği birbiri ile ilişkilendirebilir miyiz?

Kaligrafi hareketi ile atın hareketi arasında ilişki var diye düşünüyorum. Gravürlerde ise yine hatlar var fakat okunur değil. Orada süperpoze olan birçok sözcüklerin iç içe girmesinden meydana gelen kaligrafik estetiğin atla birleşimini önemsedim. Tüm bunlar 20 yılın içinde yaptığım yüzlerce gravürde kullandığım şeyler. Türk resminin tartışmaları içerisinde ‘Türk Resmi nasıl olmalıdır?la da ilişkilendirilebilir. Bizim kültürel ilişkilerimizden yola çıkarak hat, tezhip, minyatür gibi zanaatları sanat gibi sunan çok insan da var ama benim sunduğum şey o değil. Benim sunduğum şey o kültürel alt yapı üzerine çağdaş bir resim oluşturmak.

Başka sergiler de gelecek mi?

Bundan sonraki sergilerde de konsept sergiler olacak. Mesela ‘Siyah-Beyaz’ heykelsi resimlerimden oluşan bir sergiyi Nişantaşı’nda, sonra bir retrospektif Ankara’da, ardından da Ekim ayında MKM ‘de yapacağım. Orada da retrospektif olacak ama ağırlıkta son dönemden resimlerim olacak. Böylece 50. yılımı 4 büyük sergi ile kutlamış olacağım. Ben Trabzonlu olduğum için ellinci yılım dolayısıyla orada da bir sergi yapmak istiyorlar.

Eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Batıda Rönesans’ı sanatçılarla yaptı. Michalangelo, Leonardo olmasa Rönesans olmayacaktı. Şurada benim duvarımda Albert Dürer’in, diğer tarafta Goya ve Rembrant’ın resimleri duruyor. Bir bakıyorum bu insanların kendi ülkelerinde ne kadar saygın yerleri var. Benim gibi elli yılını tamamlamış bir sanatçının sadece sanatla yaşar hale gelememiş olması düşündürücüdür. Kazandığım her kuruşu sanata yatıran bir insanım. İMOGA’yı yaşatmak için uğraşıyorum oysa bu ölçekteki müzeleri Batı’da destekler yaşatıyor. Arkamızda ne hükümet, ne yerel yönetim, ne de ciddi zenginler var. Çalıştığımız ve ürettiğimiz şeylerden kazandığımızı müzeyi yaşatmaya harcıyoruz. Batılı koleksiyoner ve sanatçıların bana en çok sordukları soru ‘nasıl yaşatıyorsunuz bu müzeyi? Oluyor. Bu müzeyi her yıl 35 bin kişi geziyor. Ve bu gelen kişiler para ödemeden bu müzeyi geziyorlar. Para ödemeye kalksalar bu sayı düşecek. Bu Türkiye’nin en büyük sorunu. Bir devletin yaratan insanına, sanatçısına sahip çıkması lazım. Kalıcı olmayı ancak sanatla sağlayacağını bir devletin bilmesi gerekir. Dünyada 40 bin devlet gelmiş geçmiş ama 20 devlet sayamıyoruz. Saydığımız devletler sadece sanat eserleri bırakan devletler oluyor. Sanat eseri bırakmak bizim yapacağımız en önemli şey. Çünkü belleklerde onlar kalacak ve gelecekte bir ülkeye ‘böyle bir devlet vardı‘denilecekse, şu eseri bırakan devlet şu devlettir denilecek. Gerisi yok olacak. O yüzden o güzelim sarayı at harasına çevirdiğim için de çok mutluyum..Bütün o şıklığın içersine o atların çok yakıştığını düşünüyorum.

(Süleyman Saim Tekcan röportajı 1 Şubat 2011 tarihinde Haber Turk Gazetesi'nde yayınlanmıştır.)