3 Nisan 2012 Salı

Provokasyon...

Emin Çizenel Kare Sanat Galerisi’nde 17 Mart’a kadar izlenebilecek olan sergisi ‘Provokasyon’ adını taşıyor. Monokrom çalışmaların ağırlıkta olduğu sergide, sanatçının, mum isinden faydalanarak yaptığı işleri, 3 bölümden oluşuyor.

Hülya Küpçüoğlu

Çalışmalarınızda mum’u kullanma fikri nasıl ortaya çıktı?

2003’te, uluslararası bir sergi için oluşturduğum “Chosen Tree/Seçilmiş Ağaç” projesiyle
başladı diyebilirim. Bu işlerin ana ekseninde “mum” vardı. Bir alev efektiyle
metaforlaşmış “ seçilmiş ağaç”,aslında tam da bu malzemeye denk geliyordu.
Yanma hali, ışık ve karbon. Mum isinin bu işlere yerleşmesi o zaman başlamıştı.

Mum isini tuvalyüzeyinde kontrol etmek zor olmuyor mu?

Statik bir tuval pozisyonu hiç olmadı zaten. Farklı açılardan, değişik konumlara geçen bu
yüzeylerde, adeta mumla dans ettim denebilir. Evet, bu dans gibi bir şeydi ve
yaptığınız bir hareket figürünü geri alamadığınız gibi, burada da birbirine
eklenen “aksak ritim” sürdü gitti. Yanma hiç olmadı. Çünkü mum isi tuvali sadece yalamaktaydı. Yönlendirmenin, benim istediğim mezralarda olabilmesinin zahmetine katlandım. Ama çok keyifliydi.

Sergide 3 ayrı serinizden işler var. Bu 3 seriden bahsedebilir miyiz?

Evet, 2003’ten bu güne gelen, ve birbiriyle ilişkilenmiş bir süreç. Başlangıç, “seçilmiş ağaç”tı. “Seçilmiş” sözcüğü, gotik Bellapais manastırının iç bahçesinde yer alan dört selvi ağacından birine kullanılıyordu. Kendi fiziğine, ve oluşmuş belleğine yeni bir anlam yükleyerek. O artık, bir mum alevine dönüşmüş, yeni bir gerçeklik içindeydi. Potansiyel gücü ateşti.Yeniden
oluşumunun, ve yeni bir aslına dönüş arzusunun yakıcı hevesi içindeydi. Bu
“seçilmişlik” talebi, aynı zamanda seçilmiş güzelin özne olmasını isteyen sanatçının talebiydi.
“Phoenix Again”, foniks kuşunun küllerinden yeniden doğuşunun ritüeli ile ilişkilenmiş
“seçilmiş ağaç” a eklemlenmiş, ve mum isinin belirleyici eleman olarak yer
aldığı, bir sandığa kilitlenmiş 20 küçük tuvalden oluşuyordu. Bu , “büyüklere oyun” gibi
“oyunbaz” bir işti. Birbirini provoke eden parçalar. “Provokasyon” ana başlığı, bu süreçlerin geniş tuval yüzeyleriyle buluşmasına denk gelir. Malzeme, kışkırtan yüzeyler doğru
dağılırken, “dürtülen” bir şeyler vardı. Tam da istenen huzursuzluk.
Bu izlerin ritmi, her anından delip geçtiği bir bakıştır ki;
göz onu hiçbir zaman görmez. Zara vuruşu ekolar yaratır ama duyulmaz. O hep
hissedilir ama dokunulmaz. Bu paradoksun görüntüsü/formu/şekli, “aksak ritim”in
sesidir. Bu işlere, mum isinin dolaştığı soyut yüzeylerde kotlanan “mana” ile
birlikte, anarşist bir aşkı yaşamın içinde tutan bir diğer okuma ile başlanabilir.

Bu 3 serinin ‘Provokasyon’ başlığı altında birleşmesi noktasında neler söyleyeceksiniz?

Aslında üç ayrı seri gibi görünse de, birbirini “provoke” eden düşünce ve süreçlerin yan yana
katmanlaştıği bir bütündür. “Provokasyon” ana başlığı, “yeniden” sözcüğünü de barındırırken kesin tercihim oldu.

İşlerinizde kullandığınız formlardan ve nelere gönderme yaptığından bahsedebilir miyiz?

Formdan çok “ritim” var. Ama, başından itibaren, bir mum alevine dönüşecek selvi ağacının ana formunun ormanlaştığı bir tekrarı denedim. Siyah ve beyazın birbirini
dürttüğü öpüşme noktasında. Monokrom etkiler olsun istedim. Küçük dizonans renk dokunuşları ile. Beyazı, sadece onlar örtsün istedim. Nelere gönderme yaptığının yanıtını çok genel bir ifade ile özetleyebilirim; Benim resmim, koloni
dönemleri yaşamış bir kuşağın, savaşların, didişmelerin ve belirsizliklerin,
ama hiç bitmeyen umutların omurgalaştırdığı bir vücuda oturuyor. Metaforik,
imgelem gücü olabilen, ana başlıklarla kurulu, ve açılımlarını maddeleştiren
bir espas.

‘Giderek küçülmek ve her şeyle bir hale gelmek... böyle bir duygu yakalamak istedim’

Füruzan Şimşek, geçtiğimiz haftalarda Pg Art Gallery’de gerçekleştirdiği sergi, kendi yaşadığı günlerin toplamını gösteren rakam olan ‘onüçbinyüzkırk’ adını taşıyordu. Sergisinde sanatçı yalnızlaşma, yabancılaşma, kent, kadın, doğa, sosyal yaşam gibi konuları anımsatıyor ve kadına dair göndermeler yapıyordu. Füruzan Şimşek’le sergisi hakkında konuştuk…

Hülya Küpçüoğlu

Mekana girdiğimizde bizi, içinde ‘Benim adım NÇ’ yazan bir enstalasyon karşılıyor. NÇ olayı hepimizi sarsmıştı…

N.Ç bir kız çocuğu,yaşadıkları beni derinden etkilemiş ve üzmüştü..Yaşanalar unutulsun istemedim.Nitekim açılış sırasında bir dolu insan gelip, sordu ‘bu nedir?’ diye. İşte o zaman çok doğru bir şey yaptığımı ve herkesin N.Ç olayını unuttuğunu fark ettim.insanoğlunun belleğine güvenmediğim için böyle bir düzenleme yapmayı düşünmüştüm.. Sonra konu ile ilgili düşünürken, o sırada okuduğum ‘Kadınlar, Rüyalar,Ejderhalar’ kitabın da yazar, yazının kalıcılığından sözün uçuculuğundan bahsediyordu. Neon ışığını çok sevdiğimi söyleyemem ama böyle bir düşünceyi, yazarak uygulamaya karar verdim. Enstalasyonun kuyu gibi bir görüntüsü var… N.Ç’nin yalnızlığını vurgulamak için bir desteğe ihtiyacım vardı. Sonra kitapları da kullanma fikri oluştu. Olaylar karşısında bir sürü şey okuduğumuz halde aciz kalabiliyoruz. Çift taraflı bir gönderme yapmak istedim.Bilgi bazı olaylar karşında çaresiz kalıyor. N.Ç’ye borcummuş gibi, hiçbir şey yapamadık ama onu unutmadığımızı göstermek istedim. Yukarıdan bakılan bir iş istiyordum ve kitaplarla bir kuyu etkisini yakalayarak, ancak dibine geldiğimizde görülebilecek, bizim onu bıraktığımız durumla ilgili aşağıya doğru bakma, orada onun yalnız bırakmışlık duygusunu vermek için tasarladım.

Serginin geneline baktığımızda kadın temasının ön planda olduğu görülüyor ve bu noktadan hareketle, kadına dair şeyleri kendi bireyselliğini de katarak, anımsattığınızı söyleyebilir miyiz?

Aslında kadına ait durum kendiliğinden gelişti.Kadınlara dair bir sergi yapacağım kararı yoktu. Resimlerimdeki kadın çantaları günümüz insanına dair sembolik bir şey. Erkeklerin toplumda şu andaki güvensizliğine ya da yalnızlığına daha net bir gönderme yapabileceğim sembolik materyaller olsaydı elimde onları kullanabilirdim.

Şimdiye kadarki işlerine baktığımızda hep etrafındaki insanların portrelerini yapmıştınız. Ama bu sergide kendi portreleriniz ön planda…

Evet, bu sefer sergideki figürlerin ve portrelerin hepsi benim. Biraz kendime dönmekle de ilgili bir şey. Hepimiz bir şeyleri yaşıyoruz ama ben bunun neresindeyim? Çünkü toplumun bir parçasıyım. Çok da kontrollü değil aslında kendiliğinden gelişmiş bir süreç. Yaşım gereği midir nedir? Kendimle uğraşmaya başladım. Toplum bunları yaşıyor, benim de sıkıntılarım var. Antidepresanları yalnızca başkaları kullanmıyor ki, kimi zaman ben de kullanıyorum. Belki kendimi bir ayna olarak kullanıp, onu insanlara yansıtıyorum. Çünkü biliyorum ki herkes benim gibi ve hatta bir çoğunun yaşadıklarından ötürü benden daha derin problemleri var. Ama genel olarak hepimizin problemi biraz daha yalnızlaşmaya başlamamız.Hayatın giderek artan ritmi karşısında bocalamamız.

Bu sergiyle birlikte aynı zamanda portreden uzaklaştığınızı söyleyebilir miyiz?

Ben kendimi kalıplarda, tarzlarda, kimilerine yakın kimilerine uzak bir noktada görmek istemiyorum. İçimden gelir, öyle bir yüz görürüm ki yine portre yapabilirim. Ama başka bir şeyden etkileniyorsam da o başka şeyi, Ne yapıyorum sorusuna cevabı ya da biz ne yapıyoruz sorusunun cevabını verebileceğiniz şekilde yönleniyor ama evet portreden bu sergiyle biraz daha uzaklaştım ama yine de vardı. Hiçbir zaman uzaklaşmam herhalde çünkü insan yüzü benim için estetiğini kaybetmeyecek bir şey.

Peki sergide nasıl bir duygu yakalamak istediniz?

Serginin adı ‘Onüçbinyüzkırk’. Yaşadığım gün sayısı ve insanoğlunun hissettiği nokta o. Giderek küçülmek ve her şeyle bir hale gelmek gibi böyle bir duygu yakalamak istedim. Bayağıda düşündüm neyin resmini yapacağımı ve kendime doğru gittim. Benimki aslında yaşama dair izlenimler bunu yapmaya çalışıyorum .

Serginin ismine nasıl karar verdiniz?

Genel konseptim şehir insanının sıkıntıları. Bir gün düşünürken, ‘acaba kaç gün yaşadım ben?’ dedim. Kendiliğinden çıktı. Basit bir hesap yaptım ve çok etkileyici geldi bana. Yaşadığım gün sayısının çokluğu, zaten izlenimlerden yola çıkıyor olmam sonucunda serginin adına karar verdim. Önce kimse anlamadı ama duyunca hoşlarına gitti.

4 Ocak 2012 Çarşamba

SÖZDE DEĞİL ÖZDE ELEŞTİRİ GEREK!

SÖZDE DEĞİL ÖZDE ELEŞTİRİ GEREK!

Hülya Küpçüoğlu

Aralık ayının başlarından beri medyada sansürle ilgili çok şey konuşuldu. Olayı artık hepimiz biliyoruz. Tekrar burada yazmayacağım. Zaten benim konu ile ilgili ne düşündüğüm de UPSD olarak yazdığımız bildiride mevcut. Konu ile ilgili geçtiğimiz günlerde çıkan bir yazı ilgimi çekti. İlgimi çekme sebebi eleştirmenimizin çok ama çok büyük (!) saptamalara imza atması ve içinde yer aldığım UPSD Yönetim Kurulu’na da ‘sözde eleştiri’ (!) getirmesi.

Konu ettiğim Fırat Arapoğlu’nun geçtiğimiz günlerde çıkan yazısında, yazarımız olayı kendince anlatırken, bazı şeyleri atlamış olması akıllarda soru işaretleri doğuruyor. Mesela Leyla Gediz’in ifadelerine yer verirken, görmemesine imkan olmayan bir mecrada, Levent Çalıkoğlu’nun Gediz’ e karşı yanıtına yer vermemesi son derece düşündürücü. ‘Çok yerinde tespitler yaptığı’ (!) gözlenen eleştirmenimizin, AICA’nın’ monolitik’ bir düşünce yapısına sahip olmadığını belirtirken, UPSD’nin de ‘monolitik’ bir düşünce yapısına sahip olmadığını bilmemesine imkan yok. Çünkü kendi imzasının da yer aldığı ‘diğer yazıdaki’ imzalar arasında UPSD üyeleri de mevcut. O zaman neden sanki tek demokratik sanat kurumu AICA gibi davranılıyor? Ve ayrıca kamuoyuna açıklanmış bir basın bültenine atıfta bulunulmasını ‘kendisini aklama süreci’ ya da ‘pozisyonlarını sağlama alma’ olarak değerlendirip, suçlayıcı imalarda bulunuluyor? Keşke eleştirmenimiz bu çok yerinde (!) tespitlerini yaparken, buna dayandırdığı saptamalarını da ekleseymiş. Biz daha önce veya şimdi kimi ya da neyi aklamışız? Ya da hangi akıl yürütme ile UPSD’nin pozisyonunu sağlama aldığını belirtiyor? Sadece UPSD’nin yayınladığı konu ile ilgili bir yazısında AICA’nın adının geçirmesini mi göz önüne alarak bu tespitleri yapıyor? Yoksa daha doyurucu bir içeriği var mı? Sanırım yazarımız dünyanın neresine giderse gitsin, kamuya açıklanmış her yazıya, bildiriye veya basın bültenine referans verilebileceği bilmiyor… Eğer bir kurum kendisine herhangi bir şekilde referans verilmesini istemiyorsa, hiçbir şekilde hiçbir bildiri ya da basın bülteni kaleme almaması ve eğer bir gün kendi yayınladığı bildiriden dolayı mahçup duruma düştüğünü düşünüyorsa, geri çekmesi gerekiyor. Ayrıca kendinden çok emin bir şekilde herkesin bilgisine sunduğu ‘UPSD her zamanki gibi Bedri Baykam’ın kişiliği üzerinden olaya dâhil olmuş, sözde yönetim kurulu olarak isimlendirilebilecek bir biçimde basın bildirileri kaleme almıştır’ derken, Arapoğlu’nun Baykam ve UPSD’yi iyice kişiselleştirdiğini görüyorum. Böyle ifade ediyorum çünkü kendileri, daha önce de bir sergi bağlamında o çok ama çok müthiş (!) saptamalarla Baykam ve UPSD hakkında yazı yazmıştı. (BKNZ: http://hulyakupcuogluyazilar.blogspot.com/2011/01/dostlar-alisveriste-gorsun.html ) Arapoğlu yazısında ‘sözde yönetim kurulu’ diyerek, kişilerin şahsiyetlerine, onurlarına ve kimliklerine açık bir şekilde tacizde bulunuyor. Sözde sanatçı haklarıyla, sanatçı özgürlükleriyle uğraştığını söyleyen bir kişinin, suçlamalarla sanat ortamındaki meslekdaşları hakkında böylesine yazılar kaleme alabiliyor olması oldukça çelişkili ve üzücü… Bu cümleleri kurarak eleştirmenimiz, yönetim kurulundaki sanatçıların onurlarına ve kişilik haklarına dayanaksız ve uydurma savlarla açıkca hakaret ediyor. Böylesi bir makaleye imza atabilen bir yazarın, bir geceliğine bir müzede düzenlenen müzayededeki bir eser için müzayedeye kondu ya da konmadı diye çıkardığı eylem dizisi ne kadar inandırıcı olabilir? Arapoğlu’na sormak gerek, UPSD yönetim kurulu içinde yazılan her yazının yönetim kurulu tarafından okunmadan, tartışılmadan yayınlanmadığı bilinirken, ‘sözde yönetim kurulu’ diyen yazar, bizlerin hiç tartışmadığımız, farklı fikirleri beyan etmediğimiz bilgisine nereden ulaşmıştır? Arapoğlu hemen açıklasın! Ama tabii çok düşünmeye gerek yok çünkü eleştirmenimiz ona da bir açıklama getiriyor hemen ve ‘metinleri Baykam’ın yazdığını anlamak için, onun yazılarına biraz aşina olmak yeterli’ diyor. Arapoğlu’na sormak gerek, kendi imzasının da bulunduğu karşıt yazı da tek bir kişinin elinden çıkmış gibi görülüyor ki, kim olduğu malum, malum yazı, önceden hiç mi konuşulmamış, tartışılmamış? Başkalarınca hiç mi okunmamış? Ya da yazıya başkaları hiç mi müdahale etmemiş? Ortak karara varılan bir düşüncenin metinini kimin kaleme aldığının konuyla ne alakası var? Konuyu saptırıp, kimin neyi yazdığına dair saçma sapan tartışmalar yapmak ve bunu bir sorun gibi göstermek ve sanki çok büyük bir saptama yapmış gibi konu etmek neden? Ayrıca eleştirmenimiz “UPSD’nin ulusalcı yaklaşımını tasvip etmek olası değil “ derken UPSD’nin bildirisi ile ulusalcılık arasında nasıl bir bağ kurduğunu çok merak ettim. Merak ettim ama Arapoğlu’nun yazısında bunu da göremedim. Üzülerek söylüyorum, bu konunun buraya alakasız bir şekilde eklenmesi yazıyı daha da gülünç hale getirmekten başka bir işe yaramıyor.

Eleştirmenimizin yazısında değindiği ‘sanatçılar, sanat yazarları, müzeler, dernekler…’ gibi, birbirini tamamlayan büyük bir ailenin parçalarına, sanat kurumlarına, sanat ortamına baktığımda, daha önce de belirttiğim ‘sözde’ değil ‘özde’ eleştiri yapma gereğine hiç olmadığı kadar ihtiyaç olduğu kesin. Ancak, oradan buradan edinilen fikirler, dedikodular, gönderilen e-mail ya da yazılardan esinlenerek yazıların kaleme alınması (ki olabilir) ve kendi fikirlerinin ‘desteklenmesi’ noktasında, benim de olayı ‘kendi pozisyonunu sağlama alma’ olarak mı değerlendirmem gerekiyor?

Arapoğlu’nun sanatçılara en ufak bir saygısı varsa özür beklediğimi ve şahsen bu yazısından ötürü onu kınadığımı da belirtmeliyim. Son olarak eklemek istiyorum, Aralık ayının son günlerinde İçişleri Bakanı’nın yaptığı açıklamaları es geçerek, hala AICA ya da UPSD’deyi eleştirmek, bende, sadece günün popüler olayından nemalanmak istenildiği fikrini doğuruyor.