21 Aralık 2010 Salı

'Plastik sanatlar bir maratondur'

Galeri Artist’lerin kurucusu, koleksiyoner Dağhan Özil ile konuştuk...

GAZETE HABERTÜRK / HÜLYA KÜPÇÜOĞLU


■ Belçika’daki sergide koleksiyonunuzdan seçmiş olduğunuz 6 sanatçının eserleri var.

Evet, yalnızca 6 sanatçının eserlerinden bir seçki sunuyoruz. Bu bir çağdaş tipleme, her dönemden iki sanatçı seçtik. Her sanatçıdan beşer eser koyuyoruz, hem sanatçıyı hem de dönemlerini tanısınlar istedik. Çağdaş Türk sanatının ilk temsilcileri Ömer Uluç, Ergin İnan. Orta kuşaktan Bubi, Bedri Baykam. Sonrasında da Haluk Akakçe, Ekrem Yalçındağ bulunuyor.

■ Belçika ile olan diyaloğunuz nasıl gelişti?

7-8 senedir Belçikalı sanatçılardan Panamarenko, Fabre, Vanmechelen, Tahon gibi sanatçıların Türkiye temsilcisiyiz. Galeri Artist’in amaçlarından biri de dünya sanatına katkıda bulunan sanatçıların eserlerini ülkemize kazandırmak. Bu doğrultuda birçok yabancı ülkeden sanatçıların sergilerini gerçekleştirdik ülkemizde.

■ Sergi İstanbul 2010 projesi mi?

Biz bu projeyi 2010’a teklif ettik. Kabul ettiler. Ancak son anda bizim size verecek paramız yok dediler. Biz de kendi imkânlarımızla yaptık. Kaldı ki bu, Belçikalılarla yaptığımız bir projeydi. 2010 İstanbul Kültür Başkenti olunca biz ne yapabiliriz dedik. Bu projeyi Emiel Hoorne hazırladı. Proje şudur: Belçikalı birkaç sanatçıyı buraya getirmek ve Türk galerilerinde sergi yapmak. Bunun bir ayağı olarak Johan Tahon ve Ergin İnan sergisi yaptık, Aya İrini’de. Genç bir sanatçı arkadaşımız da Teşvikiye Sanat Galerisi’nde bir sergi açtı. Füsun İnan Galeri’de de Emiel Hoorne sergisi yapıldı ve şimdi Belçika’daki sergimiz var. Takas yaptık yani.

■ Ama 2010 projesi olarak da bıraktınız?

Evet değiştirmedik. Destek almadık ama İstanbul Kültür Başkenti olarak, Ajans’tan destek almadan yaptık.

■ Geçtiğimiz haftalarda biten Contemporary İstanbul ve onun daha öncesinde başlayan hareketliliği nasıl değerlendiriyorsunuz?

Asıl startı başlatan İstanbul Modern’in açılması olmuştur. İstanbul Modern’den önce ve sonrası var. İstanbul Modern’le ilgi sanata yöneldi ve güzel bir şekilde pazarlandı. Bundan birkaç sene sonra da doğal olarak ekonominin de iyi gitmesiyle ve aynı zamanda kriz ortamlarında sanata ilginin artması, hepsi bir araya geldi. Şu anda dünya ile entegre olmaya başladık. Yurtdışına gidenler mutlaka müze geziyorlar. Herkes bu süreçte üzerine bir şey koydu ve bugünlere gelindi. Bugün bazı eserler yüksek fiyatlarla alınmış olabilir ama genel olarak piyasada fiyatlar halen düşük. 100 milyon dolar civarında bir pay varsa yıllık, bu pay 10 yıl önce 20 milyon dolardı. 10 yıl sonra 1 milyar dolar olabilir.

■ Bir röportajınızda dünyanın önemli müzelerinde Türk sanatçılarını görebileceğimizi belirtmişsiniz.

Söylediğim şey bu yüzyılın Nobel ödüllerini, Oscar ödüllerini dünya futbol, basketbol, voleybol kupalarını, dünya boks şampiyonalarını alacağımız, çok uluslu şirketlerin Türkler tarafından yönetileceğiydi... Bunları 1999’da söyledim Bunların hepsi gerçekleşti. Bakınız daha neler gerçekleşmedi? MOMA, Guggenheim ya da Tate’de bir Türk sanatçının solo show’u gerçekleşmedi, bunlar gerçekleşecek. Sinemada filmi çekersiniz ve hemen ödülü belli olur ama plastik sanatlar bir maraton. En az 20-30 yıl beklemek gerekiyor.

■ Az önce MOMA’da ya da Tate’de bir Türk sanatçı solo show yapacak dediniz. Sizce kim ya da kimler yapacak?

Bunlar olacak ama benim bir isim vermem yanlış olur. Mutlaka bugün yaşayan sanatçılardan bazılarının bu müzelerde sergi yapacağına inanıyorum. Bunları göreceğiz, çok uzak değil. Çünkü Türkiye çok ilgi duyulan bir ülke. İstanbul herkesin konuştuğu bir yer. Biz burada farkında değiliz. Dışarıya çıkınca daha iyi anlaşılıyor. Herkes burasıyla iş yapmak istiyor. Örneğin Alman bir galerici ile çalışalım dedik. Bana 10 12 milyon dolarlık eserler teklif ediyor. Böyle bir pazar olduğunu zannediyorlar. Dışarıdan böyle bir görüntü var. Aslında böyle bir pazar yok. Bu tip bir alıcı da yok bugün. Bir Rothko ya da Picasso almak isteyen yok. Ya da 1-2 kişi var. Türkiye’de bir Picasso’nun satılacağı günler de çok yakın. 10 milyon dolarlık resimlerin satıldığı bir toprak olacak burası yakın gelecekte. Şunu görecek işadamı, 10 milyon dolar verdiğinde 10 milyon dolar kazandırdığını görecek. Sinerjisi ile PR’ı kazandırıyor, aynı zamanda doğru bir resim aldıysa, sanat eseri de kazandırıyor. Sanat doğru seçim yapıldığında asla kaybettiren bir şey değil.

(Dağhan Özil röportajı 21 Aralık 2010 Salı günü Haber Turk Gazetesi'nde yayınlanmıştır)

http://www.haberturk.com/kultur-sanat/haber/583439-plastik-sanatlar-bir-maratondur

25 Kasım 2010 Perşembe

Bu kapılar 2.5 milyon dolar!

Sanatçı Ahmet Güneştekin: "Bu aslında çok mütevazı bir fiyattır"

GAZETE HABERTÜRK / HÜLYA KÜPÇÜOĞLU

Bu yıl 25-28 Kasım tarihleri arasında gerçekleşecek Contemporary İstanbul’a dinler temasını işleyen yapıtlarıyla katılan sanatçı Ahmet Güneştekin, geçtiğimiz yıllarda olduğu gibi yine ses getirecek fiyatlarıyla dikkat çekecek.

Siz her yıl Contemporary İstanbul’a ayrı bir tema ile katılıyorsunuz. Bu yılki temanız ise dinler...
Evet, bu kez de “din”leri işledim. Çünkü hassas bir konu idi. Binlerce yıl bir arada yaşamış kadim halkların, bugün adeta birbirinden koparılmaya çalışılması, böyle bir konuyu işleme nedenlerimden biri. Serginin başyapıtı “Güneşe Açılan Kapılar”. Musevilik, Hıristiyanlık ve İslam kültürüne ait desenler, motifler kapıların üzerine işlendi. Bu kapıların üç ay gibi bir tasarım süreci oldu ve tasarımı bana ait. Türkiye’de ahşap üzerine çok önemli ustalar var. Ancak benim daha önceki gezilerimden bildiğim Antakya’da Ali Altun adlı usta ile çalıştım. Altı ay gibi bir süre içinde başka ustalar da yardımcı oldu. “Gelenekten Çağdaşa” başlığı ve geleneğin ülkemizde çağdaş sanatla buluşmasının en iyi referansı çıkmış oldu. Geleneksel halk sanatı, ahşap oymacılığı, yeni çağa aktarılmış ve ölümsüzleştirilmiş oldu.

Daha sonra bu kapılar ham olarak bittikten sonra özel araçlarla İstanbul’daki atölyeme taşındı. 1.5 ton ağırlığında 3x10 metre ebatlarında taşınması neredeyse olanaksız işlerdi. Bu yüzden özel araçla taşındı ve atölyemde de özel bir duvar inşa edildi. Çünkü kapıları taşıyacak duvar neredeyse imkânsızdı. Çelik konstrüksiyonlarla yeniden 15 metrelik bir duvar inşa edildi. Üzerine resimlerin ve desenlerin yapılması ise iki buçuk aylık bir süreç. Bu yapıtın başlaması bitmesi bir yılı geçti... Ben bu yapıtla ilgili birçok sanat adamını atölyeme davet ettim. Müzayede şirketleri sahibi, “art dealer”lar ve önemli koleksiyonerler ve sanat tarihçileri. Bununla ilgili neredeyse bir hafta boyunca her akşam toplantılar, yemekler, tartışmalar yapıldı ve herkesten fiyat önerisi alındı. Herkesten alınan fiyatın ortalamasını belirledik. Fiyatını çıkan ortalama fiyatın biraz altında tuttuk hatta.

DÜNYADA VAR OLMAK İÇİN
“Güneşe Açılan Kapılar”ın fiyatı ne kadar?
3x10 metrelik bu devasa yapıtın fiyatı 2.5 milyon dolar. Muhtemelen o kapıya 2.5 milyon dolar insanlara yüksek ve abartılı gibi gelecek ama kesinlikle olmadığını kabul edecekler çünkü dünyada benim yaş gurubumda pek çok sanatçının 15-20 milyon Euro’ya satılıyor resimler ve 8-10 milyon Euro’dan aşağıya resim satılmıyor. Dünya sanatında var olmak istiyorsak, yaptığımız sanatın hak ettiği değeri vermemiz gerekiyor. Ben şuna inanıyorum, bu aslında çok mütevazı bir fiyattır. Çünkü ben buna hayat verdim.

Eserlerinizin satışı ile ilgili bir ön görünüz var mı?
Önceki fuarlarda fuarın açıldığı gün eserlerim satılırdı. Bu fuarda ise daha fuar açılmadan resimlerimin yarısı satıldı. Diğer kalanlarda ise opsiyon ve talep var.

Başka hangi yapıtlarınız sergilenecek?
Semavi dinlerden önce var olan ilk yazı kaynağında geçen Nuh Tufanı, Adem ile Havva da benim için çok önemliydi. Tufan mitosu özellikle ilgimi çekiyordu ve üzerinde çalışmak istediğim bir projeydi. Bu çağda tufan nasıl olur? Bu çağda yok ettiğimiz dünyaya dair faciaları zaten yaşıyoruz. Tufan mitosunda geçen 7’ye göndermeler yaptım. 7 günde kopan 7 günde biten ve 7 bölümlü kamaradan inşa edilen bir gemi. Ve her anlamda temeli 7 ile buluşan bir yapıt. Bütün 83 parçadan oluşuyor ve çağdaş mimariye de bir gönderme var. Buna biçilen fiyat da 1.5 milyon dolar. Sergide ayrıca ikonalarla ilgili yaptığım resimler de var. Anadolu’nun pek çok yerinde kiliseden camiye dönüştürülen mekanlarla karşılaştım. Cami olan bu mekanlardaki ikonların üstüne sıvalar yapılmış ve sıvalar dökülünce altından yine ikonlar gülmeye başlamış. Bu bana ciddi bir fikir verdi: Boşluklu tuvaller oluşmaya başladı ve konu başlığı da “Ayasofya İkonları” oldu. Ayasofya’nın içindeki ikonları yorumladım. Diğer başka bir şey ise, beni takip edenler çok iyi bilirler, heykelleşmeye giden bir yolun içindeyim. Ve bu sergide “Adem’in Kaburgaları” ortaya çıktı.

‘ÇOK FAZLA ESER ÜRETMEYECEKSİNİZ’
Piyasanız nasıl bu kadar istikrarlı bir artışla ilerliyor?
Bu biraz da sanatçının cesareti veya duruşuyla ve belki biraz da zaaflarıyla ilgili... Sizin yaptığınız sanat özgünse, güçlüyse bunun piyasasının yükselmesi kadar doğal bir sonuç olamaz. Şudur; çok fazla eser üretmeyeceksiniz, toplu eserleri asla bu işin ticaretini yapanların eline vermeyeceksiniz. Kontrol tamamen sizin elinizde olacak. Fiyat istikrarını koruyacaksınız. Gerekirse piyasada sıkışıp da resminizi ucuza satan olursa, siz satın alacaksınız. Ben resim satarken şunun garantisini veriyorum, sıkıştığınız zaman kuyumcuya gidip bileziğinizi altınınızı bozdurmanız gibi getirin ben satın alayım diyorum. Bu, insanları motive eden bir şey. Dünyada da böyledir önemli sanatçıların asla fiyatlarını düşürmediği bilinir. Dünyada kriz olur ama sanat yapıtına olmaz.

Bu röportaj 23 Kasım 2010 tarihinde Haber Turk Gazetesi'nde yayınlanmıştır)

http://www.haberturk.com/kultur-sanat/haber/573894-bu-kapilar-25-milyon-dolar

19 Kasım 2010 Cuma

Sanatın 'anarşist çocuğu'

Bubi: "Her yapıt, sanatçısı için bir intihar denemesi olmalı"


GAZETE HABERTÜRK / HÜLYA KÜPÇÜOĞLU

Sanatın 'anarşist çocuğu' olarak nitelendirilen Bubi, İstanbul Beşiktaş Çağdaş’ta 'Beş Dönem' adlı kişisel bir sergi açtı. 12 Aralık’a dek açık kalacak sergide, sanatçının sanat yaşamına dair farklı işler ve atık malzemeyi dönüştürerek hazırladığı özgün yapıtları yer alıyor. Bubi, sanatın yüceltilmesine karşı olduğunu vurguluyor.

Bazı sanat tarihçileri 18 döneminiz olduğunu söylüyor...
Sanat tarihçileri ve eleştirmenlerin kendi işlerini bizim işlerimiz üzerine yorum yaparak gerçekleştirdiklerini düşünüyorum. Bu tip yazıları veya yorumları ben birer sanat denemesi, birer sanat yapıtı olarak değerlendirmişimdir hep. Onların 18 farklı dönem diye tanımladıkları bana göre tek bir dönemin çeşitlemeleri.

İşlerinizdeki farklılaşmaları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ben daima kendi resmime, kendi rölyefime başımı cevirdim. Dış dünyayı, şuuraltımı, isteklerimi veya özelimi sanatımda kullanmayı hiç düşünmedim. Buna karşın acemilikten kaynaklanan hatalarımı kullanmaktan da hiç çekinmedim. Örneğin gereğinden fazla sulandırdığım boya yüzeyde akıtmalara neden olmuşsa ve bu akıtmalar hoşuma gidip dikkatimi çekmişse daha sonra sırf akıtmalara dayanan işler ürettim. Yani belirli kalıplar içinde üretim yapmadım, farklıya çıkmışsam orada yürümekten çekinmedim. Ümmi olmanın tüm avantajlarını kullandım, özellikle öğrenmemeye ve bilmemeye çalıştım. Bilmenin beni tökezletmesine izin vermedim.

Rastlantının işlerinizdeki payı?
Tesadüflere daima çok şans tanımışımdır. Adada malzemesiz kalmıştım, bir ara kayınvalidemin dikiş kutusu gözüme takıldı. İçinde çeşitli renkte iplikler görünce birden onlarla bir şey yapabileceğimi gördüm ve dikişli işlerim ortaya çıktı. Dikkat ederseniz “Gördüm” diyorum. Evet ansızın işin bitmiş halini sanki görüyorum.

Yani bir konsantrasyon içinde üretim yapıyorsunuz...
Bugüne kadar yalnızca kendimi bırakmayı hiçbir şekilde direnmeden kendimi bırakmayı öğrendim. Özellikle öğrenmemeye çalıştım. Bilgi hüner yetenek gibi Rönesans kavramlarını, ayağıma dolaşmamaları için birer safra gibi attım. İşlerimde politik düşüncelerimi, zevklerimi, cinsel fantazilerimi kullanmam. Bunları kullanarak işlerimi taciz etmem. Örneğin “Babam bizi terk etmişti, annemle biz baş başa kalmıştık” gibi yaşanmış şeyleri kullanmayı sevmem. Bunları kullanmak bana öncelikle bir sırrı ifşa etmek gibi gelmiştir. Sanattaki “ben” veya “benle ilgili” şeyler nedense bana hep komik gelmiştir. İşlerimde ben önce kendim gibi olmaktan vazgeçtim. Daha da ilerisi, bence her sanat yapıtı sanatçısı için bir intihar denemesi olmalıdır. Kendi kimliğinizi, özelinizi, tecrübelerinizi yok etmediğiniz sürece sanat üretemezsiniz. Üretilen iş yalnızca benzer çeşitlemeler, tekrarlar olur. Öncelikle, birinci tekil şahıstan kurtulmamız lazım.

O zaman kendinizi sadece yapıp-etme anlamında işi yapan kişi olarak mı konumlandırıyorsunuz?
Evet, Ben bir işçiyim. Konsantrasyon içinde bilmeden uyguluyorum. Uyanınca işi üretmeye devam edersem çoğunlukla iş bozulmaya, sıradanlaşmaya başlar. Bilgilerinizi kullandıkça iş ölmeye başlar, oysa siz kendinizi bıraktığınızda o iş kendi kendisini götürür. Siz bilgilerinizle, tecrübelerinizle farkında olmadan o akışa bir engel olursunuz. Farkında olmadan durdurursunuz akışı.

Söylediklerinizden sanatınızda mantıksal yanı geriye çektiğinizi algılıyorum...
Evet mantık diye bir şey yok. Bir apartmanın 10. katından aşağıya atlamak gibi bir şey bu. Reel dünyanın aksine sanatta atlayabilirsiniz ve aşağıya düştüğünüz an hiçbir yeriniz acımaz. Yine ayağa kalkabilirsiniz. Sanatın özgürlüğü sanatın hoşluğu ve farklılığı budur. Belki de korunması gereken kısmı, yaşamın izleyicisi, taklitçisi olması değil, bir alternatifi olmasıdır onu önemli kılan. Bunun tam tersini iddia edenler de var. Bir ara “Tamamıyla kişiliksiz, kim tarafından yapıldığı bilinemeyecek bir sanat yapılabilir mi?” diye bir takıntım olmuştu. “Şuuraltım var, fırçayı sürüşümde bile var” gibi açıklamalarımı hatırlıyorum. “Bunlardan nasıl kurtulurum?” diye düşünüp, motifli işlerimi yaptım. Bugün onlara baktığım zaman, “Bunları acaba kim yaptı?” diye düşünebilecek kadar kişiliksiz işler olduğunu görüyorum. Evet bu işlerim planlı, tasarımlı işler ama yine de en azından hepsinde kişiliğimi ortadan kaldırmaya çalışmışım.

Çöplerdeki atıkları kullanırkenki amacınız neydi?
Bir ara çöpten topladığım parçalarla oluşturduğum rölyeflerin yanında altın kaplamalar kullandım veya çöpten toplanan malzemeleri altın varakla kapladım. Toplumdaki kemikleşmiş gibi duran alçakla yükseği değerli ve değersizi iç içe soktum. O zamanlar bu yaptığım işler birilerine itici ve abartılı gelmişti. Zaman beni haklı çıkardı.

Bireyi tüm kimliklerinden arındırarak belki, çünkü farklı bireylere ait malzemeleri bir araya getiriyorsunuz. Bu noktada salt tek bir birey olarak tüm kimliklerden arındırarak oradaki herkesi topladığınızı söyleyebilir miyiz?
Bu tanım, bugüne kadar benim için yapılan en doğru ve kuşatıcı tanımlamalardan biri. Birey çok küçük bir ayrıntı, oysa evrende bir havuz var. O havuzdan bir şeyler borç alabiliriz. İşte konsantrasyon içindeki üretim böyle bir şey, kişiliğini taşımadan tüm insan üretimlerine, hafızalarına ulaşmak böyle bir şey. Bunun da olmazsa olmaz şartı, kişiliğinden kimliğinden uzaklaşmak...

Beşiktaş Belediye Başkanı İsmail Ünal ile çöp arabasına eserlerinizi yüklerken çektirdiğiniz fotoğraf da çok konuşuldu...
Sanatın yüceltilmesi, müzelerde kutsal emanetler gibi saklanması bana hep anlamsız gelmiştir. Bu yüzden onları diğer atıklarla birlikte çöpe atmayı düşündüm. Başkana rölyeflerimi çöpe atarken çekilmiş görüntümü billboard’larda kullanmak istiyorum dediğimde, “Tabii hatta ben de seninle birlikte o karede yer alırım” yanıtını aldım. Doğrusunu söylemek gerekirse ancak hayalini kurabileceğim bir etkinlik, bir performans, başkanın sanatseverliği sayesinde kendiliğinden oluştu. Bu ara başkanın özellikle politik kariyeri düşünüldüğünde aldığı risk azımsanacak bir şey değil. Kendisini çok takdir ediyorum.

Serginizle ilgili yapılan bir röportajda Nahit Kabakçı’nın atölyenize çöp ev dediğini söylemişsiniz...
Nahit Bey atölyemi çöp evlere benzetirdi. Ağırladığı Batılı sanat tarihçileri ve müzecileri mutlaka bana yönlendirir ve "Gelin bir çöp atölye görün" derdi. Bir yerde işlerim kadar çöp atölyemi de vurgulardı.


http://www.haberturk.com/kultur-sanat/haber/572512-sanatin-anarsist-cocugu

(Bubi röportajı Haber Turk Gazetesi'nde 18 Kasım tarihinde yayınlanmıştır)

2 Kasım 2010 Salı

Devabil Kara’nın balinaları

'Dilin Söyleyemedikleri' adlı sergisinin son bölümü 'Yol–İz Bellek' adıyla Pg Art Space'de


GAZETE HABERTÜRK / HÜLYA KÜPÇÜOĞLU

Uzun zamandır iz, bellek ve geçmiş zaman üzerine odaklanarak sanat dilini oluşturan Devabil Kara, sergisinin son ayağında sadece tuval çalışmalarıyla değil, 'Beyaz Balina' adlı heykel çalışmasını ve neon ışıkları kullanarak gerçekleştirdiği izleri de sunuyor. 22 Kasım tarihine kadar izlenebilecek sergisi üzerine sanatçıyla görüştük.

■ Çalışmalarınızın genelinde tarihsel ya da arkeolojik birtakım izler söz konusu. Farklı mekânlardaki izler ve bu izlerin mekânla birlikte söylediği şeyler neler?

İzler bakan kişiyi aslında orada olmayan nesnelere dair ilişkiler kurmak için zorlarlar. Tek yapmamız gereken onları takip etmek. Eğer takip edersek mekâna ait hikâyelere bizi götüren bir kılavuz olduklarını görürüz. Mekânın bilgisini barındırırlar, ancak bu bilgi rasyonel bir dizini içermez daha çok sezgisel bir bilgiden söz edebiliriz. Biz bu izlerle mekanın içerisinde yankılanan bir hikayeyi hissederiz. Bir tür geçmişe yolculuk yaşarız. Aslında mekanın belleği üzerinden yaşadığımız deneyimlediğimiz, mekânın hikâyesinden çok kendi duygu ve sezgilerimizin yaratısıdır. Tarihsel belleğin güncele ve geleceğe aktarılması olarak tanımlayacağım bu yolculukta bıraktığım izler mekânların geçmiş referanslarıyla buluşarak yeni söylemler oluşturuyorlar.

■ Çalışmalarınıza farklı bir plastik öge olan ışık ögesini de katıyorsunuz. Işığı çalışmalarınızda nasıl konumlandırıyorsunuz?

Serginin son ayağını oluşturan PG Art Space Galerisi duvarına bıraktığım iz, mekânda geçiçi bir bellek oluşturmaktadır. Sadece sergi süresince varlığı devam edecek ve sadece bu sergiyi izlemeye gelen izleyici için varlık ve anlam taşıyacak. Işıkla yapmış olduğum balina izleyiciyi sessizliğe ve meditasyona davet etmektedir. Balina figürü kendi doğal ortamında yani derin denizde kütlesi ve ağır gibi algılanan hareket biçimi ile doğal olarak dinginliği, durağanlığı çağrıştırır. “Kırmızı ışık balina” adlı ışık enstalasyonu ile mekânın çevresiyle olan durağan ilişkisine farklı bir yaklaşım getirmek istedim. Işıgın plastiği sergideki “beyaz balina “heykelinin iki boyutlu temsili durumundadır. Neon ışık eneji ve modern hayatın sentetik enerjisini temsil etmekle birlikte durmayı, düşünmeyi bu şartlar altında bile olanaklı kılıyor.

BALİNALAR NEYİ TEMSİL EDİYOR?

"Balina aslında benim için zaman içinde olayların, nesnelerin mekânda üst üste bıraktığı izler gibi, zamanın insanın yalnız, derinde ve büyük benliğini, egosunu, anılarını temsil ediyor. Balinalar birbirleri ile iletişimi ve kendi konumlarını sonar ses sistemleri ile sağlarlar. Önce kendileri ses verir, bunun maddeler üzerinden kendilerine yansımasını beklerler. Böylece nerede olduklarını, nereye gittiklerini bilirler. Sanırım biz de sesimizi zaman zaman içimize yönlendirmeli ve oradan gelen yankılarla bu dünyadaki yerimizi tespit etmeliyiz."

BELLEĞİ TEKRAR OLUŞTURMAK
"Mekân bellekleri üzerinden ulaşmak istediğim her izleyicinin kendi belleğini tekrar oluşturmasına bir fırsat yaratmak."


(Devabil Kara Röportajı 2Kasım 2010 tarihinde Haber Turk Gazetesi'nde yayınlanmştır)

15 Ekim 2010 Cuma

MARTI’LARLA UÇMAK

Hülya Küpçüoğlu

Martı, İstanbul’da yaşayıp da ulaşım aracı olarak vapuru kullanan hemen herkesin hatıralarında yer eden bir kuş. Martı gibi simit ve çay da vapur yolculuğunun vazgeçilmezleridir, tıpkı o simidin bir kısmının, birlikte yolculuk yaptığınız “martı”lara verilmesi gibi… Ece Deryaoğlu “Uçmak” adlı sergisinde “martı”dan yola çıkıyor ve gezdiği ya da geçtiği yollarda sıklıkla dikkatini çeken, neredeyse İstanbul’a özgü ayrı bir kategoride incelenebilecek olan “martı”yı resimlerinin bir parçası haline getiriyor. Ama onu sadece herhangi bir figür olarak yerleştirmiyor tuvaline, o aynı zamanda Richard Bach’ın “Martı” adlı kitabındaki “Jonathan” adlı martının hikayesini de içeriyor. Özgür olmak isteyen, sınırların aşılabileceğinin bir simgesi haline gelen Jonathan’ın mücadelesinin de bir tür göstergesi olarak karşımıza çıkıyor.

Özgürlük Kavramı…

Ece Deryaoğlu’nun genel resimsel tavrı içerisinde ilk vurgulanan kavram özgürlük. Bu kavramla birlikte sınırlarımızın farkında olmamız ya da olmamamız söz konusu. Sanatçının bize derinden hissettirdiği bu mücadeleci tavırla birlikte, resmin içinde yer alan kuşların, şehrin farklı noktalarında farklı biçimlerde görülüyor olması bir tesadüf mü? Sanatçı, inceden inceye hicvettiği özgürlük kavramı ile birlikte kent ve figür ilişkisini sağlam ve dengeli bir duruşla ifade ediyor. Resimlere baktığımızda martıların genelde yaşadığımız kentin, yani İstanbul’un üzerinde dolaştığı görülüyor. Genel bir değerlendirme ile resimlerde kimi zaman birbirinden ayrı gibi görülen formlar, sanatçı için önceden saptanmış ve düşünülmüş, ama en önemlisi yaşanılmış formlar olmasıdır. İstanbul’u tuval yüzeyinde Boğaziçi köprüsünün bir bölümü ya da Galata kulesinin bize bakan yanıyla görüyoruz. İstanbul’a dair çeşitli mekanlar ve martılar dışında resimlerde yollar, doğa güzellikleriyle kente ait figürler ki bazen bulundukları yer itibariyle bizi şaşırtsa da bu formların, sanatçı için özel anlamı da olan ve birbirini tamamlayan bir yapıda sunuluyor. Yüzey üzerinde görülen bu kadar çok değişkenin yanında diyebiliriz ki tek değişmez şey “martı”lardır. Elbette uçmak kavramını bize hissettiren “uçak” gibi ikinci bir simgesi daha vardır sanatçının, ancak o, azınlıkta kalan bir bütünsel yapının parçasıdır. Resimlere tek tek odaklanacak olursak, kimi zaman şehrin üzerinde hızla uçarak şehre tepeden bakan kimi zaman da durmuş uzaktan bizi seyrederken görülen martıların dikkatli ve kararlı duruşları fark edilir. Herhangi bir şeye bağlı değildirler. İstediği zaman istediği gibi gökyüzünde süzülüp, istediği yöne giderek kendi seçimlerini ortaya koyabilmektedirler. Özgürlüğü sonuna kadar yaşayan martı(lar) kendi iradesini kullanabilen bir birey gibi, varlığını resimlerde olağanca heybetiyle vurgulamaktadır. Süzülüp üzerinden geçtikleri şehrin üzerinde nazire edercesine özgürce dolaşırken, altlarından kayan giden mekanlar gibi, akan zamanı ve mekanların değişebilirliliğini de çağrıştırmaktadırlar.

Resimlerin Plastik Dili…

Peki tuval yüzeyinde plastik değerler anlamında başta martı olmak üzere diğer formlar nasıl bir araya getiriliyor? Bu noktada Deryaoğlu’nun plastik dilinde ön plana çıkan ilk öge yüzey’dir. Yüzeylerin üst üste ya da yan yana getirilerek oluşturulduğu izleniyor. Maviler, turuncular veya sarılarla tuval yüzeyinde arkadan öne doğru gelişen kompozisyonu bize hissettiren bir yapı da sunuyor sanatçı. Boyanın düz sürülmesi, iki boyutlu olan algılamayı zaman zaman hafifçe hissedilen fırça darbeleri ile duragan ve hareketli olan arasında gidip gelen bir yüzey yaratıyor. Hareket ögesi her ne kadar az da olsa bazı resimlerde kullanılan fırça darbelerinde görülse de asıl hareket yine bazı resimlerde görülen formların sanki hareket ediyormuşcasına ortaya konulmasında da gizlidir. Bu, sanki resmedilen mesela bir yeşilliğin sanki rüzgarda dalgalanıyormuşcasına yapılıyor olmasındandır. Çoğu İstanbul’a ait çeşitli kesitlerden oluşan resimler, her ne kadar yüzeyler halinde resmedilmişlerse de sanatçının daha önceki resimlerinde de görülen ve bu sergisinde de ağırlıklı olarak izlenen, bir formun düz yüzeyler halinde açık-orta-koyu tonlarda (monokrom bile olsa) resmedilmesi, hareket ögesini kuvvetlendirdiği gibi, ışık ögesinin de varlığını bize hissettirir. Ama her zaman asıl olan, renk lekelerinin ve formların birbirleriyle olan ilişkileridir. Dengeli ve sakin bir düzende kurgulanan resimlerde, detaylarda görülen kendi içindeki hareketi saymazsak, duragan yapının ön planda olduğunu söylemeliyiz. Bu noktada da sanatçının şaşırtıcı bir şekilde iki zıt kavramı yüzeyde buluşturduğunu belirtmeliyiz. Birincisi hareket (martı) ikincisi de yine az önce bahsettiğimiz iki boyutlu yüzeyler sebebiyle hissedilen duraganlık. İki zıt kavramlar sebebiyle ki zaten kuştaki hareketi daha fazla hissedebiliyoruz.

Tuval yüzeyinde Deryaoğlu’nun insan figürü olarak kendisini resmettiğini gözlemliyoruz. Bu, kendi yaşam alanından çıkan mekanlar içinde kendisini de saptamak gibidir adeta. Sanatçıyı resimlerde hep neşeli görürüz. Diyebiliriz ki izleyici ile kurduğu göz temasında, duygularının ve samimiyetinin bir ifadesi olarak kendi ruh halinin bir tezahürüdür. Bir anlamda da sanatçının ifadesiyle “izleyiciyi resmin içine çekebilme ya da resmin içindekini dışarı taşıyabilmek”tir. Bu noktada da sanatçının planlı ve vurgulamak istediği tüm kavram ve temaları düşünerek hareket ettiği görülür.

Değişim…

Sergide yer alan resimlerden “değişim” adıyla bir üçleme olarak sunulan eserlerde sanatçının, aynı kompozisyonu üç defa farklı tuvallerde, yan yana konumlandırarak yinelediği görülür. İlkinde sergideki diğer işlerle daha bir paslaşan kompozisyonun, tuvalden tuvale izledikçe, sunulan formların daha bir geometrize edildiği, son tuvalde ise soyut ifadelerin ağırlığını koyduğu görülüyor. Bu noktada serginin geneline bakacak olursak, kimi noktalarda sanatçının resmettiği yüzeylerin anlamlarından soyutlanarak, daha çok biçimleri ön plana çıkardığı görülüyor. Yani serginin genel yapısı içinde hiç de aykırı durmayan ve zaten resimlerin alt okumalarında hissedilen yapının, sanatçının bu sergisiyle birlikte daha bir görünür kılındığı izleniyor.

Son Söz “Martı”dan…

Jonathan, diğer martılardan farklı hareketleriyle hemen dikkat çekmişti sürü içerisinde. O diğerleri gibi sadece yiyecek kapmaya çalışmaz, zamanını daha çok uçmak için harcar. Bir gün yine kendi kendine uçma denemeleri yaparken, başaramayacağını hisseder ve vazgeçer. Ancak gece olmuştur. Martılarsa geceleri uçamazlar. Ve işte o noktada denemeye ve tekrar denemeye karar verir Jonathan. Artık tek bir amacı vardır… Özgür olmak… Bunu haykırır da zaten ve der ki “Özgür olabiliriz… “
(Ece Deryaoğlu Resim Sergisi Kare Sanat Galerisi 12-31 Ekim 2010)

Kaynaklar:

Richard Bach “Martı” Say Yayınları 4 Baskı 1988

(Martı'larla Uçmak adlı yazı Bosphorus Sanat Gazetesi 2010 Ekim sayısında yayınlanmıştır)

30 Eylül 2010 Perşembe

Gerçeküstü hikâyeler

Recep Batuk, ziyaretçileri fantastik ve esprili bir dünyaya götürüyor


Recep Batuk, Galeri Artist Çukurcuma’da "Sonunda Enerjin Yerine Geldi mi?" başlıklı sergisiyle fantastik ve esprili bir dünyaya götürüyor ziyaretçileri. 6 Ekim tarihine kadar sürecek olan sergide günlük hayatın içinden bakarak farklı imgeleri yan yana getiriyor. Batuk ile radyocu-televizyoncu geçmişini, ressam kimliğini ve sergisini konuştuk.

■ Resim bölümü mezunusunuz ama biz sizi farklı bir kulvardan, yaptığınız radyo ve sonrasındaki 'Siyah' adlı televizyon programlarından tanıyoruz.

O sırada yaptığım programların aslında resimden çok da bir farkı yok. Resimde nasıl izleyici ile kontak kuruyorsak, ekranda veya radyoda da sözle ya da görsel olarak kontak kuruyorsunuz. Bir tanesinde kendini boyalarla tuvallerle ifade ediyorsun, diğerinde stüdyoda mikrofon ya da kamerayla. İkisinin ortak paydası da gözlem. Sanatla uğraşan insanın etrafına odaklanması gerektiğini düşünüyorum. Ülkesine ya da dünyaya dair gözlemler yapması, fikir ve söz sahibi olması lazım. Detaycı yanım ve bunları tuvale ya da radyoculuk televizyonculuk yaparak aktarmam önemli birer materyal. Tabii, buna yaşadığım hayatı daha gerçeküstü yaşama sevdasından yararlandığımı da eklemekteyim.

■ Resimlerinizde görünen dünya oldukça yoğun. Ve konu içinde konu var gibi görülüyor. Bize bu hikâyelerden biraz bahsedebilir misiniz?

Ürettiğim resim, teknik açıdan ekspresyonist olmasına rağmen, tuval yüzeyindeki öyküler ve bu öykü kadrajlarının oluşumunu sağlayan hikayeler tamamen gerçek üstü.... Mesela 'Yeşil Soğanlı Ruh Çağırma Seansı' adlı resim, Akademi döneminde evimizde gerçekleştirdiğimiz ruh çağırma seansları ve buna paralel olarak da ruhumun uçma ve astral bir yolculuğu deneme isteğinden oluşuyor. Bunu ölmek istemişim gibi algılamayın lütfen! Bu bilinmeyene olan merakımdan kaynaklanan bir durum ve bunları bir şekilde resimlerimde yansıtmak istiyorum. Ayrıca bunları yaratırken zaman zaman resimlerime birtakım kahramanların da girdiği oluyor.

■ Mesela hangi kahramanları görüyoruz?

Mesela müzikte, Ultravox, Tears for Fears ya da Depeche Mode gençliğimin en önemli idollerinden. Depeche Mode grubunun 'Enjoy the Silence' adlı şarkısından yola çıkarak grubun en önemli kimliklerinden biri olan Martin Gore’un Galata Kulesi’nin üzerinde uçup İstanbul’u izlemesi gibi. Çocukluğumuzdaki masalsı kahramanlar, Tommiks’ler, Mandrake’ler de şu an yaşadığımız zaman dilimi içerisinde beynimi kamçılayan ve üretmeme neden olan materyaller... Bu kadar çok masalsı kahramanla ilgilendikten ve okuduktan sonra şimdiye baktığımda, hayal gücümün bir hayli geliştiğini görüyorum.

■ Resimlerinizde oldukça detaycı bir yaklaşım olduğunu da söyleyebilir miyiz?

Benim için en büyük avantaj detaycı olmam. İnsanların belki gözden kaçırdığı birtakım skeçler ya da görüntüler benimiçin yapacağım resmin altyapısını oluşturuyor. Bu, zaman zaman beni çok sıkmasına rağmen sanki kendimi bu şekilde ifade etmezsem net olamadığımı düşünüyorum. Günlük hayatta da detaylara çok takılan bir insanım, bunu da resimlerime yansıtıyorum. Aslında bunlar resmin bütününe birer kadraj olarak girip daha sonra tamamını oluşturuyorlar. Kendi içlerinde böyle bir öyküsü ve dinamiği de var. Detaydan vazgeçemiyorum.

■ Serginizin adı 'Sonunda Enerjin Yerine Geldi mi?' Nereden esinlendiniz?

Bir gün atölyede resim yaparken bir arkadaşımla aramızda tatsız bir telefon konuşması geçmişti. Ben de "Şu an telefonu kapatır mısın? Bütün enerjimi alıyorsun" dedim. Karşı taraf 4-5 saat sonra beni tekrar aradığında "Sonunda enerjin yerine geldi mi?" dedi. Tamamen tesadüfi olarak, o sırada yaptığım resimde de enerjisi bitmiş bir Courtney Love figürü vardı. Bu telefon görüşmeleriyle o figür ve o resim birbirini tamamladı ve serginin adı oldu.

(Haber Turk Gazetesi'nde 30 Eylül 2010 tarihinde yayınlanmıştır)

“İSTEDİĞİM ŞEY KADININ KİM OLDUĞU DEĞİL NE SÖYLEMEK İSTEDİĞİ”

Güler ateş İngiltere’de yaşayan sanatçılarımızdan. 1-26 Eylül tarihleri arasında İngiltere’de Leighton House Museum’da Kişisel bir sergi açtı. Sergisinin adı “no past is mine, no future: look at me!”. Sanatçı ile sergisi ve işleri üzerine bir görüşme gerçekleştirdik.


HÜLYA KÜPÇÜOĞLU

Marmara Üniversitesi’ni bitirdikten sonra, İngiltere’ye gidip, sanat çalışmalarınızı orada sürdürmeye başladınız. Öncelikle bir anlamda yaşadığınız bu “göç” hikayesini dinleyebilir miyiz?

Ben Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi üçüncü sınıfı bırakıp İngiltere’ye ingilizce ögrenmeye gittim. Sonra Ingiltere’de eğitimime devam etmek istedim. Londra’da Wimbledon School of Art’ta Resim bölümüne girdim. 2004’te mezun olduktan sonra Yüksek Lisansımı Royal College of Art’ta bitirdim). 2008’den beri Royal Academy Schools’da Video ve Digital Media bölümünde görev yapmaktayım.

İngiltere’yi tercih etmenizin sebebi nedir?

Ingiltere’de okumak istememin en büyük nedenlerinden birisi dışarıdan biri olmak. Insanın kültürüne ve geldiği yere yabancı olması sanat üretkenliği için büyük bir zenginlik. Ayrıca Proust’un bir cümlesini çok anlamlı buluyorum. Proust demiş ki; Yolculuklara çikmanın gerçek keşfi yeni yerler bulmakta değildir, yeni bir göz edinmektetir.’

O zaman genelde çalışmalarınızda yer alan göç olgusunu kendi yaşamınızla da ilişkilendirebiliriz sanırım?

Evet. Ben 10 yaşına kadar Muş’un Varto ilçesinde yaşadım. Politik ve ekonomik nedenlerden dolayı ailem İstanbul’a göç etti. Türkceyi İlkokula başlayınca öğrendim ve İstanbul’da Türkçemi düzeltme şansım oldu. Bu arada anadilim olan Zazacayı da kaybetmeye başladım farklı etkenlerden dolayı. 12 yıl İstanbul’da yaşadıktan sonra İngiltere’ye göç ettim. 11 yıldır Londra’da yaşamaktayım ve şu an yaşadığım yer orası. Bu coğrafi ve kültürel yolculuklar sürecinde tabi ki farklı katmanların bir araya gelmesi benim için yeni açılar ve kimlik oluşturmuştur, bununda kaçınılmaz olduğunu söyleyebilirim. Bu göçler sürecinde farklı dil konuşulan toplumda/kültürde yaşamı ifade etme açısında bazen avantaj bazen de dezavantaj oluşturmuştur. Ayrıca azınlık toplumlarda kadın olmanın verdiği ayrı zorlukların farklı çeşitleri her gün görüyoruz ve yaşıyoruz. Bunu çok iyi yaşadığımı ve yükünün ağırlığını bazen yaptığım çalışmalarda ifade etmeye çalışıyorum. Çünkü bunlar farklı ülkelerde ve kültürlerde yaşayan göçmenlerin gerçek dileğidir.

Çalışmalarınızdaki kadın hep gizemli bir yapı da görülüyor…

Özellikle son iki yıldır yaptığım çalışmalarda kadının gizemli olması çok önemli. Bir kadının kimliğinin gizli olması ve vücut diliyle aldığı formlar ve duruşlar onun duygu ve düşünce yapısını seyircilere iletir. İstediğim şey kadının kim olduğu değil ne söylemek istediği.

Serginin adını da göz önünde bulundurursak, an’ı yakalamaya çalıştığınızı veya konu aldığınızı söyleyebilir miyiz?

Bu sergide yaptığım çalışmaların hepsi performanslar sonucunda oluştu. Bu performanslar sürecinde yaşanan duyguları ve hisleri yakalamaya çalıştım. Performanslar anlık ve o an ne olursa o dur. Onun aynısını tekrar gerçekleştirmek mümkün değildir. Bundan dolayı o anda yaptığım çalışmalar o anı yakalamayı hedefliyor.

Sergi açtığınız mekan söz konusu olduğunda sunulan fotoğraf ve video ile mekan arasındaki diyalog da ön plana çıkıyor mu?

Sergimin açıldığı mekan olan Leighton House Müzesi ayrıca çalışmalarımı yaptığım yer. Nisan ayından itibaren burada residency yapmaktayım ve benim yaklaştığım kavramlardan biri mekana olan tepkimdir. Bu hem tarihsel hem de kültüreldir. Fotoğraflarımdaki ve videolardaki kadın sürekli bu mekanla diyalog halindedir.

Son olarak eklemek istediğinizi bir şey var mı?

Iki yıldır performans sanatçısı, oyuncu ve yazar olan Zoë Simon ile çalışmaktayım. Bu çalışmalar sürecinde Zoë yaptığım işleri daha iyi kavradıkça farklı bir vücut dili oluşturduğunu görmekteyim ve bunun beklenmedik sonuçlar getirmesini ilginç buluyorum.

(Bosphorus Sanat Gazetesi 2010 Eylül sayısında yayınlanmıştır)

“İstanbul ve Ankara, bugüne değin Adana’da yapılanları ya görmezlikten gelmiş ya da yanlış kişiler üzerinden değerlendirmiştir”

Çukurova Üniversitesi’nde görev yapan Muzaffer Tire’yi sanatçı kimliği yanı sıra son yıllarda Küratör kimliği ile de görüyoruz. Geçtiğimiz aylarda Adana’da düzenlediği etkinlikle adından sıkça söz ettiren Tire ile bir söyleşi gerçekleştirdik.

Hülya Küpçüoğlu

Geçtiğimiz aylarda Adana’da büyük bir sergi düzenlediniz. Öncelikle bu sergi nasıl gelişmişti?

Sizin de belirttiğiniz gibi, 5 Haziran 2010 Dünya Çevre Günü Adana ilimiz içerisinde Toyota Onatça Sanat Galerisi’nde ulusal kapsamda 28 sanatçının katılımıyla bir sergi gerçekleştirdim ve küratörlüğünü üstlendim. Serginin kavram başlığını da “yeni eskiler – eski yeniler” olarak oluşturdum. Öncelikle Çukurova bölgesinden sanatçılar olmak üzere; Adana, Mersin, Hatay, Kayseri, Edirne, İzmir, Ankara ve İstanbul’dan değerli sanatçıları bu serginin kavram başlığı altındaki kapsama göre davet ettim. Sanatçılar da eserlerini bu sanatsal kapsama göre gönderdiler. Küratör olarak, eser seçiminde müdahaleci olmadım. Türkiye’de bu kapsamda çalışan birçok sanatçı olmasına karşın, genç ve orta kuşak sanatçılardan eserleri bir araya getirmeye çalıştım. Kolaj, asemblaj, dekolaj…gibi teknikleri farklı sanat disiplinleri ya da disiplinlerarası sanat anlayışı içerisindeki çalışmalarıyla gerçekleştiren sanatçılardan bir zenginlik yaratmaya çalıştım. Sanatsal düşünme biçimindeki çok boyutluluğun ve farklılığın, serginin etkisini, niteliğini artıracağı düşüncesindeydim ve öyle de oldu. Eserleriyle isim oluşturmuş sanatçıları, genç kuşak sanatçılarla bir araya getirerek birbirlerini daha iyi anlama ve tanımalarına olanak sağlamak istedim. Tüm bu gelişmeler Toyota Onatça’nın sahibi ve işadamı sayın Süleyman Onatça’nın “ ben bu mekanda sanatçılara bir yer oluşturmak istiyorum, sanatçılar için ne yapabilirim…” düşüncesini benimle paylaşmasıyla bu sergi ortaya çıktı.


Etkinlik Toyota’nın sponsorluğunda gelişti. Hem de onların adını taşıyan bir sergi salonu açıldı etkinlikle birlikte. Toyota yetkililerini sergiye ve sponsorluğa ikna edişiniz nasıl oldu?

İşadamı Süleyman Bey’in benimle bir görüşme isteğiyle başladı bu gelişmeler. Henüz inşaat halinde bulunan ve yakın zamanda açmayı planladıkları Toyota Onatça Plaza yani iş merkezi’nde, görüşmemiz oldu. Öncelikle bana, yapılan bu iş merkezi hakkında bilgi verdi ve çevreci bir anlayışla tasarlanmış Türkiye’nin 3. büyük akıllı binasını yaptırdıklarını ve ülkemize bu anlamda büyük bir katkı sağladıklarından söz etti. Öncelikle bana 60 m2 büyüklüğünde bir mekanı göstererek, burayı sanatçılar için atelye yapmak istediğini, sanatçıların gelip burada çalışıp çalışamayacaklarını sordu. İhtiyacı olan sanatçıların elbette gelip çalışabileceklerinin olası olduğunu söyledim. Hemen yanıbaşında bulunan 500 m2 büyüklüğündeki inşaat halinde olan mekanı gösterip, “ peki burada sanatsal açıdan neler yapılabilir…” deyince çok heyecanlandım. İlk defa Adana’da bir işadamı “sanatçılar için ne yapabilirim…” diye bir öneride bulunuyordu. Aslında bu potansiyel, işadamı Süleyman Onatça’nın küçük bir girişimci olduğu eski yıllardaki tanışıklığımızda da görülüyordu. Küçük bir boya firması işletmecisi iken, sanatla ilgilenen gençlere küçük bir sergi mekanı yaratmaya çalışmış, yine birlikte kısa bir süreliğine de olsa, cep sanat galerisine benzer bir yer oluşturulmuştu. Şimdi daha da büyük bir mekanda, büyük hayaller oluşturuyordu. Bir sanatçı ve akademisyen olarak halkla ve sanatsever destekçi sermayedarlarla bu ülkenin kültürel ve sanatsal yapısına katkıda bulunmak adına, birlikte çalışmanın önemli bir rol oynadığına inandığım için, önerilerimi sundum. Plaza’nın yapısına uygunluk göstereceğinden ve Adana gibi büyük bir şehirde müze eksikliğini hissettiğimden, çocuklara yönelik “ oyuncak araba müzesi “ veya “ oyuncak müzesi” olabileceğini, bunun yanısıra daha da büyük projelere yönelerek gelecekte temelini atabilecekleri “ çağdaş sanatlar müzesi “ nin Adana’da önemli bir kültürel gereksinim olduğundan söz ettim. Adını da isterlerse “ Onatça Çağdaş Sanatlar Müzesi” olarak koyabileceklerini söyledim. Ayrıca bu mekanda çocuklar için sanatsal çalıştay çalışmaları yapılabileceğini, ama istenirse öncelikle bir sanat galerisi oluşturup, zamanla müze yapılanmasını gerçekleştirebileceğinden söz ettim. Çıkan sonuç; öncelikle o mekanın “ Onatça Sanat Galerisi “ olarak gerçekleşmesi ve ilk serginin de binanın yapısına uygunluk taşıyacak bir konseptle yapılması olarak karar verdik. Serginin öncelikle Çukurova bölgesi sanatçılarından oluşması düşünülüyordu ama zamanla serginin kapsamını aşama aşama genişlettim. Dolayısıyla tüm masraflar Toyota Onatça tarafından karşılanır duruma getirildi. En son önerim de, bu serginin oluşumu Anadolu’da radikal yani köklü bir değişimi önerdiğinden, sanat dergilerinin editörlerinin de ilgisini çekeceğini düşündüğümden, Rh+ ve Artist gibi önemli iki sanat dergisinin editörünü de davet ettik. Çünkü Anadolu’da işadamlarını bu konularda ikna etmek oldukça güç ve yatırım yapan da parmakla sayılacak kadar az. Serginin küratörlüğünü üstlenerek bir ay süren ve gelecekte de geleneksel olarak gerçekleştirilecek olan ilk sergimizin temelini atmış olduk. Sanat galerisi şehrin merkezine biraz uzak olsa da, Toyota Plaza’nın açılışıyla birlikte gerçekleşen Onatça sanat galerisindeki sergiye ilgi, katılım ve izleyici oldukça kalabalıktı. Afiş, davetiye ve katalog tasarımı Soner Tire tarafından yapılan ve 2000 adet kataloglu olan ve Valinin katılımıyla açılışı olan çok etkili bir sergi gerçekleşti.

Sanırım mekanla ilgili sonraki adım müze… Aradan geçen birkaç ayı da göz önünde bulundurursak, şu anda hangi aşamada?

Evet, müze…Çalıştığım üniversiteye ilk geldiğim yıllarda hayal ettiğim ve daha henüz o yıllarda diğer üniversitelerde oluşmamış müze düşüncesini, ilgili kişilere kabul ettirmekte yalnız kaldığım bir düş… Genç bir nüfusa sahip olan ülkemizin Atatürkçü gençliğine, sanatsal ve kültürel yatırım amacıyla, aynı zamanda tarih ve kültür bilinci oluşturmak, yarının sanatsal kültürüne destek olabilmek adına, gelecekte Onatça Çağdaş Sanatlar Müzesi’nin temelini oluşturacak girişimler için planlamalar yapılmaya başlanmıştır, en azından düşünce aşamasında bile olsa ciddiye alınmaktadır. Araştırmalar yapılıp yönergeler hazırlanmaktadır. Böylesi bir düşüncenin tohumunun atılması bile günümüz yaşam biçimine göre heyecan vericidir. Sizin de bildiğiniz gibi; müzeler, kültürel ve sosyal yaşayışımızın belleğidir. Bu mekanlarda sanatsal kültür üretilir ve paylaşılır. Sanatsal değerlere ulaşmanın yollarını öğrenebilen birey, sanatı farklı yönleriyle algılar, değerlendirir, eserlerini yerlerine koymayı öğrenir ve onu korur. Özgün yapıtı tanıma, müzelere gitme alışkanlığı kazanır, çevresine de kazandırır. Özgün yapıtları görerek, algılarını ve değerlerini yaşamla bağ kurarak geliştirir. Bu nedenle böylesi bir kültürel girişimcilik, yalnızca devlet kurumlarının değil, her işadamının rüyası olmalıdır. İşadamı Süleyman Onatça da, sanata destek ve değer veren diğer önemli işadamlarını da gerek yurtiçi gerekse yurtdışı temaslarıyla inceleyip önemsemiş, hatta bir ara kendisine sözünü ettiğim sayın sanatçımız Hüsamettin Koçan’ın öncülüğünde Bayburt’a bağlı Bayraktar Köyü’nde açılmış olan Baksı Müzesi’yle ilgili araştırma yapıp ilgilenmiş olması da, sevindirici gelişmelerdir. Böylesi örnekler işadamımızın hayallerini biraz daha büyütmekte ve daha büyük mekanlarda içeriğine uygun müze oluşumu gerçekleştirmek isteğinde olduğunu belirtmiştir. Elbette bunlar bilgi, yatırım, yeterlilik ve zaman işi. Dilerim gerçekleştiğinde inandırıcı boyuta ulaşmış olacaktır.

Son yıllarda sadece Adana’da değil, başka illerimizde de sanat anlamında oldukça yoğun bir yapılanma olduğu görülüyor. Siz bu yoğun hareketliliği neye bağlıyorsunuz?

Üzerinde durduğunuz konu çok önemli Hülya Hanım. Adana için bu gelişim son yıllara ait bir olgu değil. Ama ne yazık ki, metropol sanat çevresi yani İstanbul ve Ankara, bugüne değin Adana’da yapılanları ya görmezlikten gelmiş ya da yanlış kişiler üzerinden değerlendirmiştir. Özellikle de sanat eleştirmenleri ve sanatçılarımız, sanat adına yapılan çabaları ve etkinlikleri gözümün önüne getirdiğimde, kimi çabalarım boşa mı gidiyor acaba dedirtiyor kendime. Çünkü sizin yaptığınız bir etkinliği bir başkası yaptığında olumlu, ama siz yaptığınızda “daha erken olmalı “ deniliyorsa burada önyargı vardır, duygusaldır. Hangi engeller, güçlükler aşılarak o etkinliklere ulaşılmıştır, bilmeden anlamadan bir yaklaşımdır tüm bunlar…Son yıllarda sanat anlamında oldukça yoğun bir yapılanma Genel bir değerlendirme yapacak olursak, şu etmenler karşımıza çıkacaktır. Birincisi devlet kurumları yani belediyeler, valiliklere bağlı kültür müdürlükleri, üniversiteler…ikincisi özel kuruluşlar, müzayedeler, sanat galerileri, sanat dernekleri, sanayici-girişimci-yatırımcılar ve üçüncüsü kişisel olarak bu kurum ve kuruluşlarla bağlantı kuran ve lokomotiflik yapan sanatçılar ve sanat eğitimcisi akademisyenler, sanat yazarları, kültürel ve sanatsal etkinliklerin hareketlenmesinde etkin rol oynamaktadırlar. Bu yoğunluk gereksinimden kaynaklanmaktadır. Sanatın metalaşması, koleksiyonculuk, politika, sanatsal rekabet gibi unsurları da maalesef istemediğimiz bir biçimde içermektedir ve kirletmektedir. Sorulduğunda, hepsi de kendine göre iyi niyetli çabalardır. Fakat bence en önemli unsurlardan biri sanat metropolü olan İstanbul ve Ankara illeri dışında kalan; yerel ya da taşra kabul edilen illerdeki hareketliliğin nedeni, birikimli sanatçıların metropollerin dışında da destek aramaları ve zaman zaman da köstek olunmalara rağmen bu destekleri bulabilmeleridir. Yani bu ortamları, inandırarak, büyük çabalarla yaratmalarıdır. Onun için önemli sanatsal çabaları dikkatle izlemek gerekir. Dışarıdan görüldüğü kadar kolay olmamaktadır. Kimi küratörler,hem sanatçıya müdahaleci olup ve bunu bir kazanç kapısı olarak sürdürürken, kimileri de metropole ulaşamayan sanatseverlere bir sanatsal hizmet olarak yardımcı ve lokomotif olmaktadırlar. Ülkenin her yerindeki sanatçı ve sanatsever her kimlik, metropolde yer alamayacağına göre, yerel ya da lokal kabul edilse bile, kendi yaşamı içerisine sanat etkinlikleri programlayarak ve ülkenin her bölgesinden sanatçıları bu etkinliklere davet ederek, yerel görüntüden uzak, o kentin kültürüne katkıda bulunup, sanatı topluma yaygınlaştırıp sevdirmeye çalışmaları görülmektedir. Nedenleri ne olursa olsun, sanat metropolü İstanbul ve Ankara dışındaki sanatsal etkinlikler açısından hareketlilik, Anadolu’da sanatsal bir devrim olarak görülebilir.Metropoldeki sanatçıların da Anadolu’ya yüzünü dönmeleri ve ekonomik şartların da sağlanmasıyla, hareketlilik kaçınılmaz olmuştur. Güzel sanatlar eğitimi veren kurumların da artışı, ilgiyi biraz daha çoğaltmıştır. Okullaşmanın yanısıra Bilişim ve iletişim çağını yaşadığımız dönemde kitle iletişim araçlarının da yoğun kullanımıyla sanatsal birikim, deneyim, algı ve çözümlemeleri de hızlanmıştır. Sanatçılar ve sanatseverlerin iletişimleri, etkilenimleri ve paylaşımları kent olgusu içerisinde kolaylaşmıştır. Sanat metropollerine ulaşamayan birey, kendi sanat aktivitelerini yaratmaktadır.

(Bosphorus Sanat Gazetesi 2010 Eylül sayısında yayınlanmıştır)

10 Eylül 2010 Cuma

Çağdaş Türk resmi Çin'de

Bu yıl 9 - 12 Eylül arasında düzenlenecek Şanghay Uluslararası Çağdaş Sanat Fuarı’na Türkiye’den Çağla Cabaoğlu Sanat Galerisi katılıyor. “Hayat Ağacı” başlığı altında, Türkiye’den farklı kuşak ve farklı disiplinlerden 17 sanatçının bu fuar için özel olarak hazırladıkları 100’ün üzerinde çalışmaları sergilenecek. Bu yıl 30 bini aşkın kişinin ziyaret etmesi beklenen fuarla ilgili olarak galerinin sahibi Çağla Cabaoğlu ve küratör Nilgün Yüksel ile görüştük...

Hülya Küpçüoğlu

■ 'En iyi galeriler' bölümünde katılıyorsunuz. Fuar için ne gibi hazırlıklar yaptınız?


Çağla Cabaoğlu: 17 sanatçının 119 eserini sergileyeceğiz. Türkçe / İngilizce / Çince dillerinde basılan “Arttack” adlı yayını da bu fuar için hazırladık.

■ Sergi konsepti Hayat Ağacı. Konseptin çıkış noktası nedir?

Nilgün Yüksel:
Farklı kuşaklardan, deneyimlerden gelen ve çok farklı üsluplarla çalışan sanatçılar bir çatı altında toplanmıştı. ‘Hayat Ağacı’ onları birleştiren bir simge temelde. Üstelik birçok çağrışımı olan bir simge. Anadolu ve dünyamirasından yola çıkarak sanatçının kişisel deneyimlerine kadar uzanan bir öyküyü ifade etmenin yoluydu hayat ağacı. Öte yandan, bu imge, İran’da da Çin’de de Anadolu’nun Yunanmedeniyetinden Selçuklu kültürüne uzanan süreçte de sıkça karşımıza çıkmakta. Bu açıdan gittiğiniz birçok yerde benzer anlamları var ve plastik sanatların evrensel diliyle de kaçınılmaz bir bağ kuruyor.

■ Sanatçı seçimlerinde neyi göz önünde bulundurdunuz?

ÇC:
Galeri portföyünde bulunan sanatçıların dışında bu proje kapsamına girebilecek farklı kuşaklardan sanatçıları da dahil ettik. Aslında listemizde 30’un üzerinde sanatçı vardı. Fuar alanı ve şartlardan dolayı 17 sanatçıyı götürebiliyoruz.

NY: Küratöryel çalışmalarda genelde sanatçılara belirlenen konsept çerçevesinde iş üretmelerini önermek ya da konsepte göre seçim yapmak alışıldık bir durum. Biz burada farklı bir yoldan gittik. Sanatçılarımız belliydi. Üsluplarını biliyorduk ve çerçeveyi sanatçılardan ve eserlerden yola çıkarak oluşturduk.

■ Çağdaş Türk sanatı son yıllarda oldukça aktif. Genel bir değerlendirme ile oluşacak yeni köklerin nerelere gideceğini düşünüyorsunuz?

NY: Çağdaş Türk sanatı oldukça genç, taze ve dinamik bir yapıda. Türkiye’de yapılan güncel üretimleri daha sıklıkla dünyanın herhangi bir yerinde konumlandırabiliriz. Sanırımbu konuda bir özgüven oluşturabildik. Sonuçta Türkiye’de ciddi bir potansiyel ve enerji var. Enerjiyi sonuna kadar hapsetmek olası değildir.Mutlaka patlayacak bir yol bulur.

■ Sponsordan destek aldınız mı?

ÇC:
Bu projeyi kendimize gerçekleştirdik. Önümüzde yine bu çapta gerçekleştirmek istediğimiz projeler için, daha organize sponsorlar ve devlet fonları ile hareket etmek hedefindeyiz.

NY:
Van Gogh ya da Kafka çağında yaşamıyoruz. Keşfedilme hikâyelerinin yerini büyük projeler, ekip çalışmaları ve bunların arkasında duracak sponsorlar ile devlet desteği aldı. Kişisel başarılar önemli, ama kişisel başarıların toplamının yarattığı sinerji daha önemli. Sadece ülkenin tanıtımı ve saygınlığı adına daha çok sanatçı ve proje desteklenmeli. Kendinizi iyi ifade edebilmek için bir vizyon oluşturmanız gerekiyor. Bu vizyonun yolu da sanattan geçiyor.

(10 Eylül 2010 Tarihinde Haber Türk Gazetesi'nde yayınlanmıştır)