31 Mayıs 2011 Salı

'Kişisel öykülerimi paylaşıyorum'

Günnur Özsoy'un yaşam ve ölüm kavramlarını sorguladığı yeni sergisi 'Tinsel Deneyimler' Pg Art Gallery'de sürüyor. 11 Haziran'a kadar görülebilecek sergide Özsoy'un soyut ve somut arasında gidip gelen heykelleri sanatseverlerle buluşuyor.

Hülya Küpçüoğlu/ Haber Turk Gazetesi 29 Mayıs 2011

Tinsel kelimesinin birkaç anlamı var. İlk akla gelen de ruhsallık veya maneviyat. Sergide mezar taşları ile ilgili bir çalışma da olduğu için öncelikle kelimenin bu anlamı ön plana çıkıyor diyebilir miyiz?

İşlere başlamadan önce bu serginin ismini henüz belirlememiştim. Öncelikle mezar taşlarını hatırlatan formlardaki heykelleri çalıştım. Ardından kendiliğinden bir konsept oluştu. Ve farklı malzemeler de işin içine girdi. Serginin bütününde her izleyici kendi dünyasına dair farklı şeyler bulabilir. Ben özellikle birşeylerin altını çizmiyorum. Benim için önemli olan görünür şeyleri sorgulayarak, dünyevi algımızın sınırlarının ötesine dair bir bakış sunabilmek.

Önce işleri yapmaya başladım ve ismi sonradan koydum dediniz. Adından da yola çıkarsak serginin sizin için manevi veya psikolojik bir yanı var mı?

Olmaması söz konusu değil. Ama bu önemsenmesi gereken birşey de değil. Ben bu sergide kendi kişisel öykülerimi paylaşıyorum aslında izleyicilerle. Bir yandandan da herkesin yaşadıklarının bir sanatçının hayatındakilerle kesişme noktası oluyor bütün bu deneyimler.

Çalışırken nasıl bir süreç geçiriyorsunuz?

Kimi zaman çok yoğun bir üretim sürecine giriyorum. Kimi zaman da geriye çekilip sadece düşünmeye odaklanıyorum. Sergilerim bu şekilde ortaya çıkıyor.

Sergide kanatları ve mezar taşlarını çağrıştıran işlerinizi yaparken kullandığınız malzeme ile gönderme yaptığınız form arasında bir zıtlık var diyebilir miyiz?

İşlerimi sadece mermerden yapsaydım mezar taşlarını daha çok hatırlatabilirdim izleyicilere. Şu haliyle hatırlatma var ama bire bir hatırlatma değil bu. Bir taraftan ürkütücü bir yanı da var mezar taşından bahsetmenin. Nihayetinde ben ölümün bir bitiş olduğunu düşünmüyorum. Ölüm de tıpkı doğum gibi bir süreç. Ben farklı malzemelerle ve görselliklerle bu durumu yumuşatmaya çalıştım. Galeri vitrinini kapatarak yarattığım mekanın içine yerleştirdiğim fanlar sayesinde, bembeyaz kuş tüylerinin sürekli uçuşmasıyla sergiye de adını veren ‘Tinsel Deneyim’i izleyicilerin henüz galeri mekanının içine girmeden yaşamaya başlamasını amaçladım.

Sergide bir de video çalışmanız yer alıyor. Bunun ikinci video çalışmanız olduğunu da belirtiyorsunuz…

Hamilelik dönemimde çalışamamıştım. Çünkü heykel yapmak ağır bir işçilik gerektiriyor. O dönemde karnımın dışarıdan görüntüleriyle, ultrason görüntülerini birleştirerek bir video gerçekleştirmiştim. Bu sergideki ikinci video çalışmam ‘Yolculuk’ta ise üst üste getirdiğim uçuşan martıların imgeleriyle yine içsel olana dair bir anlatım dili yakalamaya çalıştım. Her ne kadar martılar devinim içinde olsalar da görselliği deforme ederek, silikleştirerek daha dingin bir atmosfer yarattım.

‘Yolculuk’ videosunu mermer ve poyesterle ele aldığınız iki farklı heykel serisiyle bağladığınızı görüyoruz. Biraz da bundan bahseder misiniz...

İlk seride mezar taşlarını ele alırken, ikinci seride de kanatları ele aldım. Bunların hepsinin birleşme noktası ise ‘Yolculuk’ oldu. Çünkü üzerinde durduğum nokta kavramsal olarak zamanın yanı sıra seyahat nosyonunu da ele almaktı. Mezar taşı bir varış yerine ve insanın hayat yolculuğundaki yeni bir boyuttaki başlangıcına işaret ediyor. Kanatlar ise sınırlarımızı aşmanın bir aracı olarak var oluyor.

27 Mayıs 2011 Cuma

Ardışık Terminaller

Sadece sanatçı değil yanı sıra yazar ve akademisyen olarak da tanıdığımız Rıfat Şahiner, geçtiğimiz haftalarda Meke Sanat’ta ‘Ardışık Terminaller’ adlı bir kişisel sergi gerçekleştirdi. Sanatçı 1990’lı yılların sonundan itibaren irdelemeye başladığı televizyon imgesini eleştirel bir gözle sunduğu son çalışmalarıyla ilgili konuştuk.

Hülya Küpçüoğlu/Dekorasyon Dünyası Dergisi Haziran-Temmuz 2011

‘Ardışık terminaller’ son serginizin adı. Geçmişte yaptığınız ‘Ardışık İmgeler’ adlı serginizle bağlantı kurabilir miyiz?

Ardışık Terminaller sergisi özellikle 1990’ların sonundan itibaren irdelemeye başladığım televizyonun tele-görsel diliyle alakalanıyor. O dönemde Ankara, İzmir ve Eskişehir’de gerçekleştirdiğim kapsamlı sergilerde kullandığım çalışmaların bir retrospektifi olarak görebiliriz bu sergiyi… İstanbul’da sergilemediğim işlerimden oluşan bir seçki gibi düşünebiliriz.

Serginizde daha önce yaptığınız popüler imgelerin yerini yine bir popüler kitle iletişim aracı olan televizyon görüntülerine bıraktığınız görüyoruz...

Çalışmalarımda öteden beri medya tarafından kodlanan imgelerle hesaplaşma çabası güttüm. Ancak özellikle bu seride yer alan işlerde televizyondaki görüntünün bir sürçme anına tanıklık edersiniz. Görüntünün karıştığı ve belirsizleştiği bir aralıkta görülecek olanın, medyatik göstergelerin çözündüğü, dağıldığı ve görsel bilginin salt dijitalize edilmiş bir ham haliyle karşılaşırsınız. Medyatik aygıtın kodladığı bilgiye ve bu enformasyon akışına alışık izleyicinin bu sürçme(senkop) aracılığıyla televizyon denen makinenin yaydığı manipülatif süreçleri tersten okuması, görünüşün bakışı yanıltması, bakışın gereksindiğini yanıtlamaması v.b. tümüyle bu algı sürecini kurcalayan bir strateji güdülüyor bu işlerde… Bu yoğun imgeler arasındaki mekan, somut olarak yorumlanabilir. Fakat bu işleri yorumlamakta seçme hakkımız her zaman var. İşler, anlam çokluğunu koruyan dizgelere sahip ve aynı zamanda bu oluşum, yorum kültürünün sürekliliğini ve kalıcılığını sağlamakta. Çünkü hepimizin bildiği gibi resim düşünmeye yarayan bir makinedir.

Serginizle ilgili olarak çok kültürlülük, tüketim kültürü, küreselleşme ve medya gibi bir takım ilişkilendirmeler yapabilir miyiz?

Geç Kapitalizm sürecinde yığınların benzer tüketim kalıplarına mahkum edilmesi, estetik ölçütlerin modernist yönelimlerin tersine kitsch ve benzeri algı biçimleriyle şekillendiği gözlenir. Bir şeyin özünde diğerinden ayırt edilemediği, bir tür klonlanmış, yinelenerek kendi gerçekliğini yitirmiş bir dizi referanssız imajın varlığından söz açar Baudrillard. Hiper-gerçek olarak nitelenen bu referanssız göstergeler sistemi, dil ve anlamın nasıl işlediğini de etkili bir biçimde işaret etmektedir. Çok kültürlülük ya da kültürlerarasılık kavramları aslında küreselleşme sürecinde temelde farklılığın dizginlenmesi ve her şeyin eşitlenerek aynı anlamsız simulakr içine hapsedilmesidir. Bugün her türden medyatik aygıt bu tekdüzeleştirme prosesini biçimliyor. Ardışık Terminaller gerçekte bu anlamsızlaştırıcı dilin sökümüne soyunuyor. Görüntünün manipülatif dilini çözündürerek tersinir bir durumla baş başa bırakıyor izleyiciyi.

İşlerinizin simetrik olmasının anlamı peki?

İşlerimdeki simetrik yapılaşma, görsel iletişime dayalı imgelerin benzerliğini vurguluyor. Bu simetrik, geometrik düzene dayalı yapılaşma çağın estetiğinin eleştirel bir gözle değerlendirmesini içeriyor.

Eşit dizgelerin(monitörlerin) her imgesinin içerdiği bilgi oranı, televizyon ekranının darlığından dolayı yarıya inmiştir. (Sansür; eyvah sinema küçüldü!) Bu küçültme ile televizyonu ikinci elden ses ve imgelerin atıldığı bir çöp sepeti olarak değerlendirip, tüm bilgi devrelerini ikiz terminallere bölerek hem sıradanlaşan, hem de duyarlılığını yitiren bir iletişim ürünü olarak sunmaktayım.

Sormak istiyorum kullandığınız televizyon imgesi ile ilgili olarak bir sıradanlaşmanın vurgusu da var mı?

Bu resimlerde çağın benzer üretim estetiğinin kişiliksiz kalıplarının, benzer tüketim modellerine dönüşmesi ile oluşan sıradanlığın görsel belirtkelerini izleyiciye sunmayı hedefliyorum. Simetri ile verilen bu sıradanlık, yani bir karenin diğer bir kareden ve ötekilerden özde bir farklılığının bulunmadığının ısrarla vurgulanması, post-nükleer kıyamet ortamlarından çok, mevcut durumun bir devamı ve yoğunlaşmışının yaşanacağı üzerine temellenmekte. Gilbert Adair'in dediği gibi bu devamlılık daha fazla Coca-Cola'nın, daha fazla Mc Donalds'ın ve daha fazla Terminatör'ün olduğu bir geleceği imliyor.

İlk kişisel sergilerinizde enstalasyonlar yaptığınızı biliyoruz. Bu anlamdaki çalışmalarınızı bıraktınız mı?

Elbette bırakmadım… Farklı medyumlarla çalışıyorum. Bu sürecin gereksindiği, benim o süreçte üzerine yoğunlaştığım biçimler ve malzemelerle şekilleniyor. Video, fotoğraf ve öteden beri kullandığım karışık malzemeler sanatsal uğraşımda yerlerini alıyorlar. Kendimi belli bir disipline ve malzemeye mahkum etmiyorum. Son dönemde özellikle görüntü ve ses yerleştirmelerine odaklanıyorum.

Biraz da yazar ve akademisyen Rıfat Şahiner’e bakacak olursak?

Doğrusu sanat yazarlığı da yıllardır yapageldiğim bir şey… Geriye dönüp baktığımda bu konuda oldukça verimli bir üretim süreci yakaladığımı görüyorum. Hatta bu iş en sonunda 2008’de yayımlanan “Sanatta Postmodern Kırılmalar ya da Modernin Yapıbozumu” kitabımın yolunu da açtı. Akademik ve sanatsal çevrelerde oldukça ses getirdi bu kitap… Türkiye’nin her yanında birçok akademisyen ve özellikle öğrenciler kitabımdan ne denli yararlandıklarını anlatıyorlar. Mutlu oluyorum. Serde hocalık da olduğu için birikimlerimi paylaşmaktan büyük keyif alıyorum.

Akademisyenliğe gelince; Yıldız Teknik Üniversitesi Sanat ve Tasarım Fakültesi’nde Bileşik Sanatlar Anasanat dalı Başkanı ve Sanatta Yeterlik Programı Yürütücüsüyüm. Yıldız’da iddialı birçok gençle oldukça verimli işler yaptık/yapıyoruz. Ayrıca Işık Üniversitesi’nde de Lisans ve lisansüstü programlarda sanat teorisi dersleri veriyorum. Genel olarak akademik ve sanatsal çalışmalarım açısından verimli bir dönem geçiriyorum.

Yeni kitap hazırlığı var mı peki?

Kitaplaştırılmayı bekleyen bir yığın yazı beni bekliyor. Kesin bir tarih veremiyorum ama pek yakında belki bir kitap daha yola koyulabilir.


15 Mayıs 2011 Pazar

‘Büyük şehirlerde yaşadığım dönemlerdeki çalışmalarım oldukça kaotik ve kendi iç dünyamı dışarıya vuran tarzda idi‘

Birsen Özbilge Oda Kule Sanat Galerisi’nde açtığı ‘Sanat Uzun Hayat Kısa’ başlıklı sergisinde desen ve resim çalışmalarından sunduğu örneklerde kadın, kimlik, sosyal yaşam gibi kavramları sorguluyor. Sembolik anlamda kullandığı objeler ve atasözleri ile de hayata dair farklı vurgular yapıyor.


Hülya Küpçüoğlu

Öncelikle sizi biraz daha yakından tanıyabilir miyiz?

Ailem eski kuşaklardan beri İstanbulludur, ben babamın askerlik hizmetini yaptığı sürede Ankara’da doğmuşum daha sonra çocukluk ve okul yıllarımı İstanbul’da geçirdim. 1987’de Kandilli Kız Lisesinden mezun olduktan sonra Mimar Sinan Güzel Sanatlar Resim Bölümüne girdim. 1994’de mezun olduktan sonra çeşitli karma sergilere katıldım. 1996’da ilk kişisel sergimi Sefahathane’de açtıktan hemen sonra Amerika’nın New York şehrine taşındım. Orada Novo Art Design şirketinde ressam olarak çalışmaya başladım. 2001’de Manhattan’nın beşinci caddesindeki meşhur The Frick Museum tarafından işe alındım. Daha sonra iki kez müzenin açtığı grup resim sergilerine katıldım. 2003’den beri profesyonel olarak resim çalışmalarıma devam etmekteyim.

Kanarya Adaları’nda yaşıyorsunuz. Nasıl bir süreç sizi oraya götürdü?

Eşimin işleri dolayısıyla İspanya’ya taşınma kararı verdik. Doğrusu İstanbul ve New York gibi kosmopolit şehirlerde uzun yıllar yaşadıktan sonra oldukça yorulduğumuzu da fark ettik. New York’ta yaşarken ikimizin de aileleri ile senenin çok az bir zamanını beraberce geçirebiliyorduk. Sonuçta Amerika’yı ömrümüzün devamını geçireceğimiz bir ülke olarak benimseyemedik. Ve böylece bu etkenleri birleştirip her ikimiz için de en doğru kararı vererek eşimin memleketi olan Gran Canaria adasına yerleştik.

Çalışmalarınıza gelirsek, kadın figürünün ön plana çıktığı görülüyor ve kadın olarak da kendinizi resmediyorsunuz…

Son dönem çalışmalarımda eserlerimde kendi kendimi model olarak kullanıyorum. Sanırım uzun bir süre sosyal şehir yaşamından uzak kaldığımdan dolayı söyleyecek çok sözüm olduğunu ifade etmeye çalışmamdan kaynaklanıyor.

Kadın figüründe ya saçında ya da elinde gül ve zincir görülüyor. Tuvallerde sürekli yinelenen bu formların anlamı nedir?

Resimlerimde kullandığım objeler hem sembolik hem de resmi tamamlayan görsel ögeler olabilirler. İplere dizilmiş boncukların üzerlerinde Latice atasözleri yazmaktadır. Örneğin “Nulla rosa sine spinis” (Dikensiz gül olmaz) resminde bir eli ile boncuklu atasözünü tutan figürün diğer elinde bir gül vardır. Bir başka deyişle resimlerdeki boncuklarda yazılı atasözleri ile objeler birbirlerine gönderme yapmaktadırlar.

Elleri ön plana çıkardığınız desen ve resimlerde, ellerin sanki bir işaret dili kullanılıyormuş gibi yansıtılmasından yola çıkarak neler söyleyeceksiniz?

Renkli kuru kalemlerle çalıştığım desenlerde mümkün olduğu kadar figürün yüzünü geri planda bırakarak ellere itina ile gerçekçi bir tavırla yaklaştım. Bunun nedeni ise ellerin de kullandığımız sözler gibi kendilerine özgü birer dillerinin olması idi. Bu sözleri kimlerin söylediği gerçekten çok da önemli değildi. Sanki o eller bu atasözlerini söyleyen ellerdi demek istedim...

Yaşadığınız yerin resimleriniz üzerinde ne gibi etkileri var?

Olumlu şekilde etkileri olduğu kanısındayım. Oysa son 7 senedir şehir hayatından uzak doğa ile başbaşa yaşadığım bir ortamda ürettiğim çalışmalarımda evrenselliği yakaladığıma inanıyor ve bunu da dünyanın herhangi bir köşesindeki bir sanatseverle blogumla birlikte paylaşabilmekte olmaktan çok memnunum. Hatta Odakule’deki sergimin oluşması da bu şekilde gerçekleşti diyebilirim.

Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Sergim “Ars Longa Vita Brevis” ( Sanat Uzun yaşam kısa) Beyoğlu, Odakule Sanat Galerisi’nde 30 Nisan’da sona erdi. http://blog.birsenozbilge.com/ adresinden blogumu okursanız, hem daha fazla bilgi edinmiş olacak hem de serginin çıkış noktasını ve 2 sene boyunca nasıl ve hangi yollardan geçerek sizlere ulaştığını göreceksiniz. Ayrıca sergi sonrası düşüncelerinizi yine blogumda paylaşabilirsiniz. Son olarak ise “Pacem in Terris” (Dünyada barış) diliyorum hepinize.

(Bosphorus Sanat Gazetesi Mayıs 2011 sayısında yayınlanmıştır)

10 Mayıs 2011 Salı

'Kortun: Sanatçıların kurumlara ihtiyacı var'

SALT yeni bir kültür kurumu olarak sanat ortamına farklı ve yeni katkılar yapmayı hedefliyor. Hüseyin Bahri Alptekin ve 'ars viva' sergileriyle Beyoğlu'nda açılan SALT'ın araştırma ve programlar direktörü Vasıf Kortun sorularımızı yanıtladı.

Haber Turk Gazetesi/ 10 Mayıs 2011 Hülya Küpçüoğlu

Garanti Platform’dan sonra nasıl bir süreçte ‘SALT’ fikri gelişti?

Platform 3 kurumdan sadece bir iyidi. Osmanlı Bankası Arşiv Araştırma Merkezi, ona bağlı Osmanlı Bankası Müzesi ve Garanti Galeri de vardı. Bu kurumlar birbirlerine bağlanarak tüm potansiyeli bir potada eritip yeni bir kurum oluştu. Dolayısıyla SALT, bu kurumların hem birikimine sahip hem de birikimini devam ettiriyor hem de yeni bir kurum olarak disiplinler arası bir yaklaşımla değerlendiriyor. Bir sanat merkezi gibi hareket etmiyor.

Peki nasıl bir hareketi olacak?

Daha çok sorularla konulara başlayan, sadece bugünle uğraşmayan, geçmişin soruları ve bugüne dair yarattığı etkiler ve bugün yeniden düşündürdüğü sorularla uğraşacak. Ayrıca deneysel bir bakışla dünyaya bakacak. Medya temelli alıştığımız biçimde sergilerle devam etmek yerine, konuya değişik ve çeşitli perspektiflerden bakarak değerlendirecek.

SALT Galata Eylül ayında açılacak. Beyoğlu’ndaki mekandan bir farkı olacak mı?

SALT Galata’yı sonbaharda açıyoruz. Farkları yok. Bu bir kurum, bir program ama 2 binaya ayrılmış durumda. Her 2 binanın özellikleri farklı. O bina çok daha kapsamlı. Orası aynı zamanda bizim beynimiz olacak. Yani, kütüphanemiz arşivimiz araştırma imkanlarımız orada, Osmanlı Bankası Müzesi yeniden tasarlanarak orada devam edecek ayrıca oditoryumumuz ve workshop alanlarımız da orada. Orası daha kapsamlı, nerdeyse bir akademi, bir okul gibi işleyen bir mekan. Burası İstiklal caddesi üzerinde olması sebebiyle daha çok sergileriyle, hızlı çalışmalara müsait bir mekan. Orası 5-10 dakikada çıkacağınız bir mekan değil.

SALT Beyoğlu’nun açılışını 2 ayrı sergi ile yaptınız. Biraz da sergilerle ilgili konuşabilir miyiz?

Hüseyin Bahri Alptekin sergisi bizim için kapsamlı bir proje. Vefat ettikten sonra arşivi üzerinde 3 yıl çalıştık. Kütüphanesini de satın almıştık, çok okuyan bir insandı. Şahsına özel bir kütüphanesi vardı. İçinde moleküler biolojiden sanata, seyahat kitaplarından felsefe kitaplarına çok çeşitli yayınlar vardı. Atölyesine saklanan bir sanatçı değildi, seyahatte, yolda düşünürdü. Dolayısıyla bizim meraklarımıza uygun bir sanatçıydı. Bir de, bir sanatçı vefat ettikten sonra hayatıyla nasıl uğraşılır noktası bizim için bir tecrübe oldu. Tanıdıklarıyla yapılan söyleşiler ki onların hepsi kayıt altında ve altı tanesi hazır ama 20’nin üzerinde söyleşi var, daha da devam edecek. Büyük bir sürecin parçası olarak onunla başlamak istedik. İkinci proje ars viva sergisi, genç Alman sanatçıların laboratuar konusu üzerinde yaptıkları bir proje. Laboratuar projesinin disiplinlerarası, sanatsal araştırma ögesi bizim için önemliydi. Bu proje iki Alman müzesi ile birlikte geliştirildi.

Sizinle yapılan bir röportajda, 2000’li yılların sanatta kurumsallaşmaların arttığı yıllar olduğu belirtmişsiniz ki burada da bir kurumdan söz ediyoruz. Bu kurumsallaşma sizce sanat ortamına ve sanatçıya nasıl yansıyacak?

Sanatçıların kurumlara ihtiyaçları var, bazı işleri gerçekleştirmek için mekan ve fon gerekiyor. İşlerini paylaşmak için izleyiciler lazım ve sonuçta bunların tartışılması, yazılması, üzerine düşünülmesi lazım. , üç şey olmadan hakiki anlamda sağlıklı bir sanat ortamı olmuyor. Şu anda bu ortama sahip miyiz? Değiliz. Zaman alacak. Yavaş yavaş kurumlar kendileri olmaya başlıyorlar. Bu kurumların açılımının illa sanatçılara çok büyük yararı olduğundan değil ama genel olarak tabi ki yararı var. Devletin belli görevleri vardır. Sanatçısını korumayı bilen ülkelerde bir sanatçı ciddi bir yere davet edildiyse devlet kendi kurumlarıyla o sanatçıyı destekler. Bizde bu tarz bir kurumsallaşma yok. Bu tarz bir kurumsallaşmayı da özel kurumlardan beklemek de belki çok doğru değil. Çünkü herkesin kendine göre bir misyonu var. Ama sergileme ve sanat üzerine literatür üretme konusunda yapacağımız daha çok şey var. Bu sadece sanatçılar için değil, tüm kültür ve kültür yönetiminin her türlü kesimi için de geçerli.

5 Mayıs 2011 Perşembe

'Heykel yapmak bir başkaldırıya dönüştü'

Kavramsal sanatçı Genco Gülan ENKA Dr. Clinton Vickers Sanat Galerisi’nde . 11 Mayıs’a kadar izlenebilecek olan ‘Aile’ (Familia) adını taşıyan bir sergi açtı. Gülan, günümüz Türkiye'sinde heykel sanatının bir başkaldırıya dönüşmüş durumda olduğunu belirtiyor.

Haber Turk Gazetesi/ 06.05.2011 Hülya Küpçüoğlu

İzmir Resim Heykel Müze’sinde açtığınız son serginiz ‘Deneysel Arkeoloji’ adını taşıyordu. Şimdi ise İstanbul’da ‘Aile’ başlıklı bir heykel sergisi açtınız. Arka arkaya açtığınız sergilerin birbirinin devamını niteliğinde olduğunu söyleyebilir miyiz?

Bor heykellerime ilk başlarda ‘Geleceğin Arkeolojisi’ adını vermiştim. Seri tamamen antik ve klasik dönem Anadolu arkeolojisine referanslı işlerdi. ‘Deneysel Arkeoloji’ serisinde bu ilişkiyi kırdım ve Osmanlı içeri sızdı. Enka’daki ‘Aile’ adlı sergimde şahsi hatıralar, eşyalar seriye eklendi. Ama sergiye isim seçerken tüm yapıtlarımın birbirleriyle ilişkileri hakkında ipuçları vermeye çalıştım.

Heykeller hangi noktalarda birbirine bağlanıyor?

İlk bakışta algılamak zor olsa da heykel, resim, video tüm yapıtlarım birbirlerine değiyorlar. Bazıları bilinç üstü diğerleri bilinç altının ürünleri olsalar da yapıtların ortak noktaları şaşırtmaları. Yaşadığımız dönem, coğrafya, hızla gelişen teknoloji içerikleri derinden etkiliyor olsa da hepsi tek süzgeçten geçiyor. Fakat en önemlisi her projeden sonra seyircinin mutlaka: “şimdiye kadar böyle bir şeyi hiç görmemiştik” diyebilmesi.

Serginizin bir heykel sergisi olduğunu düşünürsek, günümüz Türkiye’sinde nasıl konumlandırıyorsunuz?

Türkiye’de siyasetçiler kamuoyu önünde rahatlıkla sanat yapıtlarına hakaret edebiliyorlar. Sanat düşmanlığı politik rant aracı olarak kullanılıyor. Bu durumda heykel yapmak bir başkaldırıya dönüşmüş durumda.

Türkiye’de heykel sanatının eleştiri aldığını söylediğiniz için soruyorum, Serginizin son aylarda heykel sanatının yaşadığı olumsuzluklara karşı bir duruşu da var diyebilir miyiz?

Yapıtlarımda direk sloganlar yok ama politik referanslar her zaman var. Roma kalıntılarının üzerinde otopark yapılması da, Meksika Körfezi’ndeki petrol sızıntısı ya da Kore’de Budizm’in Batı etkisi altında yok olmaya yüz tutması benim ilgi alanıma girebiliyor. Günümüzde bilgi çok hızlı dolaşıyor ve birbirinden alakasız görünen bilgiler hatıraların içine beraberce kaydedilebiliniyor.

Basın bülteninizde aile terimi ile ‘sanat terimlerinin içine düştüğü açmaza’ da işaret ettiğini belirtmişsiniz. Bunu sergi geneline nasıl yansıtıyorsunuz?

Türkçe’de sanat terimleri, sanatın gelişiminin hızını yakalayamıyor. Resim, heykel gibi klasik disiplin ve terimlerimize Batı’dan ithal disiplinler-arası gibi terimler eklemiş durumdayız ama bunların arası boş. Önerim, sanat klasifikasyonunda yeni ara terimlerinin üretilmesi, tabi bu noktada düşünürlere ve yazarlara topu atıyorum: Biraz da Türkçe düşünsünler.

Sergide aile kavramını en geniş anlamıyla içeriye aldığınızı söyleyebilir miyiz?

Her zaman, her türlü çağrışımı kabul ediyorum. Sergide Mazhar dedemin eski koltuğunu bir heykele, babamın boyun damarı anjiyo sonuçlarını karakalem bir resme dönüştürdüm. Sergimde diğer yerleştirmelerime göre –örneğin bir önceki sergim Razruşenye- daha parçalı bir yapı var. Yapıtlar kendi başlarına da konuşabiliyorlar.

Bu söylediklerinizden sergideki tüm işlerin birbiriyle akraba olduğu sonucu çıkarabilir miyiz?

Evet. Disiplinler-aşırı çalışıyorum ve farklı disiplinleri bazen birleştiriyor, bazen de ayırıyorum. Dünya’da benim gibi çalışan sanatçılar olsa da –örneğin Jan Fabre-Türkiye’de de türümün tek örneğiyim. Son sergimde yapıtlarım malzeme, disiplin, referans hatta ebat olarak birbirlerinden çok farklı görünüyorlar ama hepsi akrabalar.