Garanti Platform’dan sonra nasıl bir süreçte ‘SALT’ fikri gelişti?
Platform 3 kurumdan sadece bir iyidi. Osmanlı Bankası Arşiv Araştırma Merkezi, ona bağlı Osmanlı Bankası Müzesi ve Garanti Galeri de vardı. Bu kurumlar birbirlerine bağlanarak tüm potansiyeli bir potada eritip yeni bir kurum oluştu. Dolayısıyla SALT, bu kurumların hem birikimine sahip hem de birikimini devam ettiriyor hem de yeni bir kurum olarak disiplinler arası bir yaklaşımla değerlendiriyor. Bir sanat merkezi gibi hareket etmiyor.
Peki nasıl bir hareketi olacak?
Daha çok sorularla konulara başlayan, sadece bugünle uğraşmayan, geçmişin soruları ve bugüne dair yarattığı etkiler ve bugün yeniden düşündürdüğü sorularla uğraşacak. Ayrıca deneysel bir bakışla dünyaya bakacak. Medya temelli alıştığımız biçimde sergilerle devam etmek yerine, konuya değişik ve çeşitli perspektiflerden bakarak değerlendirecek.
SALT Galata Eylül ayında açılacak. Beyoğlu’ndaki mekandan bir farkı olacak mı?
SALT Galata’yı sonbaharda açıyoruz. Farkları yok. Bu bir kurum, bir program ama 2 binaya ayrılmış durumda. Her 2 binanın özellikleri farklı. O bina çok daha kapsamlı. Orası aynı zamanda bizim beynimiz olacak. Yani, kütüphanemiz arşivimiz araştırma imkanlarımız orada, Osmanlı Bankası Müzesi yeniden tasarlanarak orada devam edecek ayrıca oditoryumumuz ve workshop alanlarımız da orada. Orası daha kapsamlı, nerdeyse bir akademi, bir okul gibi işleyen bir mekan. Burası İstiklal caddesi üzerinde olması sebebiyle daha çok sergileriyle, hızlı çalışmalara müsait bir mekan. Orası 5-10 dakikada çıkacağınız bir mekan değil.
SALT Beyoğlu’nun açılışını 2 ayrı sergi ile yaptınız. Biraz da sergilerle ilgili konuşabilir miyiz?
Hüseyin Bahri Alptekin sergisi bizim için kapsamlı bir proje. Vefat ettikten sonra arşivi üzerinde 3 yıl çalıştık. Kütüphanesini de satın almıştık, çok okuyan bir insandı. Şahsına özel bir kütüphanesi vardı. İçinde moleküler biolojiden sanata, seyahat kitaplarından felsefe kitaplarına çok çeşitli yayınlar vardı. Atölyesine saklanan bir sanatçı değildi, seyahatte, yolda düşünürdü. Dolayısıyla bizim meraklarımıza uygun bir sanatçıydı. Bir de, bir sanatçı vefat ettikten sonra hayatıyla nasıl uğraşılır noktası bizim için bir tecrübe oldu. Tanıdıklarıyla yapılan söyleşiler ki onların hepsi kayıt altında ve altı tanesi hazır ama 20’nin üzerinde söyleşi var, daha da devam edecek. Büyük bir sürecin parçası olarak onunla başlamak istedik. İkinci proje ars viva sergisi, genç Alman sanatçıların laboratuar konusu üzerinde yaptıkları bir proje. Laboratuar projesinin disiplinlerarası, sanatsal araştırma ögesi bizim için önemliydi. Bu proje iki Alman müzesi ile birlikte geliştirildi.
Sizinle yapılan bir röportajda, 2000’li yılların sanatta kurumsallaşmaların arttığı yıllar olduğu belirtmişsiniz ki burada da bir kurumdan söz ediyoruz. Bu kurumsallaşma sizce sanat ortamına ve sanatçıya nasıl yansıyacak?
Sanatçıların kurumlara ihtiyaçları var, bazı işleri gerçekleştirmek için mekan ve fon gerekiyor. İşlerini paylaşmak için izleyiciler lazım ve sonuçta bunların tartışılması, yazılması, üzerine düşünülmesi lazım. , üç şey olmadan hakiki anlamda sağlıklı bir sanat ortamı olmuyor. Şu anda bu ortama sahip miyiz? Değiliz. Zaman alacak. Yavaş yavaş kurumlar kendileri olmaya başlıyorlar. Bu kurumların açılımının illa sanatçılara çok büyük yararı olduğundan değil ama genel olarak tabi ki yararı var. Devletin belli görevleri vardır. Sanatçısını korumayı bilen ülkelerde bir sanatçı ciddi bir yere davet edildiyse devlet kendi kurumlarıyla o sanatçıyı destekler. Bizde bu tarz bir kurumsallaşma yok. Bu tarz bir kurumsallaşmayı da özel kurumlardan beklemek de belki çok doğru değil. Çünkü herkesin kendine göre bir misyonu var. Ama sergileme ve sanat üzerine literatür üretme konusunda yapacağımız daha çok şey var. Bu sadece sanatçılar için değil, tüm kültür ve kültür yönetiminin her türlü kesimi için de geçerli.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder