21 Haziran 2011 Salı

'Feminizmden hiç hazzetmiyorum'

Yeşim Akdeniz Graf’ın Dirimart’ta açtığı “Uydurukçu Kalp” adlı sergisi, Edgar Allan Poe’nun hikâye ve şiirlerinden ismini alan üçlü bir serginin ikinci ayağı

21 Haziran 2011 Salı, 10:25:33

GAZETE HABERTÜRK / HÜLYA KÜPÇÜOĞLU

Serginiz temelde Edgar Allan Poe’nun “Uydurukçu Kalp” adlı hikâyesinden yola çıkıyor. Kitapta metaforik olarak anlatılan bir cinayet öyküsü yer alıyor. Sizin de resimlerinizde sembollere dayalı bir yaklaşımınız var. Sergiyle ilgili ilk yola çıkışınızı düşünürsek, bu anlamda bir ilişkilendirme yapabilir miyiz?

Uydurukçu Kalp” kısa bir hikâye. Bu hikâyede kendinden yaşlı birisini öldüren bir kişi var. Ben burada cinayeti, geçmişle bir hesaplaşma olarak yorumladım. Bir üçlemenin ikinci parçası bu sergi...

“Geçmişle hesaplaşma olarak yorumladım” derken neyi kastediyorsunuz?

Geçmişle hesaplaşma geniş bir kavram. Bu, benim için modernizmle hesaplaşma, 20. yüzyıl kültür tarihiyle hesaplaşma, bugünle hesaplaşma, modernizmin yarattığı çatışmaların bugünkü etkileri ve insan davranışlarını gözlemleme gibi anlamlarda kullanıyorum. Benim algım ve anlamaya çalışmamla ilgili daha çok...

ROMANTİK VE İRONİK

Serginizin bir üçlemenin ikinci parçası olduğunu belirtmiştiniz... Bu üçleme fikri nasıl ortaya çıktı?

2 sene önce Türkiye’ye döndükten sonra, uzun bir süre sergi açmadım. Sadece çalışmaya yöneldim. Bu çalışma döneminin sonunda ortaya çıkan bir sergidir bu. Benim zaten senelerdir ilgilendiğim birçok konu var. Edgar Allan Poe’nun hikâyesi hem bir basamak, hem de bir toparlayıcı oldu benim için. Onun romantik, karanlık ve aslında ironik dilini kendime yakın görmüş olmalıyım. İçime kapanık dönemimle paralellik görmüş olmalıyım ki bir üçleme yapmak istedim. İlki “Ulalume” yine Poe’nun bir şiiriydi. Orada bir erkeğin kadını öldürmesi anlatılıyordu. Ben de o sergide kadın-erkek ilişkilerini, 20. yüzyılda kadının rolünün değişimiyle bağlantı kurarak yorumladım. Serginin üçüncü ayağı önümüzdeki haftalarda Hamburg’da olacak. Adı “Dream in a Dream” Orada da yine Poe’nun gerçeklik ve fantezi arasında gidip gelme arasında duran bir şiirinden yola çıktım.

‘FEMİNİZMİ SEVMEM’

Az önce bir önceki serginizde kadın-erkek ilişkileri ve 20. yüzyılda kadının rolü üzerine çalıştım demiştiniz. Eserlerinizi feminist sanat bağlamında konumlandırabilir miyiz?

Hayır, ben feminizmden hiç hazzetmiyorum. Bence feminizm, 20. yüzyılın en yanlış anlaşılmış, yanlış yerlere saptırılmış, tek yönlü düşünce tarzlarından bir tanesidir ki, yaptığım şeylerin çoğu feministleri kızdırabilir. Ben, erkeği alçaltarak kadını yükseltebileceğimize inanmıyorum.

Peki siz kadın sanatçı olarak kadını nasıl tanımlıyorsunuz?

Şu anda kendimi tanımlıyorum her halde, çünkü son 2 senedir yaptığım tüm kadın resimlerinde kendimi yaptım.

Resimlerinizde sembolik bir dil kullandığınızı düşünürsek, cinsellik ve geçmişle hesaplaşma bağlamında kullandığınız semboller neler?

Bir kere Freud var bu sergide, Freud’un ceketi ve kravatının önünde, yani fallosantrik maço söyleminin önünde, gittikçe küçülerek sanki ne yapacağımı bilemiyormuşum gibi duran kişi de benim. Bu, hem benimle ve Freud’la, hem de geçmişle alakalı. Ben daha çok 20. yüzyılı anlamaya çalışıyorum. Bence sanatçının en önemli görevlerinden bir tanesi bulunduğu zamanı anlamak. Bunun için de en çok 20. yüzyılı anlamamız gerekiyor. Çünkü en çalkantılı, en zıt kavramların arka arkaya geldiği ender zamanlardan bir tanesi. Algımızı derinden etkileyen şeyler var. Einstein, Freud, 68’lerin cinsel özgürlüğü var. Kendi hayatı içinde çok tezatlıklar yaşamış kişiler de var. Pasolini gençken sağcı bir gazeteye yazılar yazarak para kazanıyordu öğrenciyken. Bu tür tezatlıklar var. Kadının rolü bence kökten değişmeye başladı.

Kadının rolü nasıl bir dönüşüm geçiriyor?

Bu zaten uzun bir yoldu. Endüstri Devrimi’yle başladı. Kadın, 1. Dünya Savaşı’ndan sonra ekonomik bağımsızlığını elde etti, sonra kürtaj ve ardından 68’deki cinsel özgürlük geldi. Fakat bu sadece kadınları değil, erkekleri de temelden değiştirdi. Şu anda karmaşıklıklar yaşanıyor çünkü kadın, bazı rolleri erkeğin elinden aldı. Bu nedenle de kadın-erkek ilişkileri zora girdi. Bir de pornografik dönem içerisinde tüm cinselliğin nötrleşmiş olduğu bir zamana girildi Jean Baudrillard’ın dediği gibi. 20 sene sonra ne olacak bakacağız.

16 Haziran 2011 Perşembe

SİZİN DE;’SANAT YAZARLIĞI’NIZ TARTIŞILIR!

Hülya Küpçüoğlu

Birkaç aydır takip ediyorum Bosphorus Sanat Gazetesi’nde Şikeste Bağrıaçık mahlası ile yazılar yazan şahsı... Adından dolayı bayan (belki erkek?) olduğunu çıkardığım yazar, son birkaç yazısında eleştiri dozunu epey arttırdı. Öncelikle mahlas ile yazdığı için, nasılsa bilinmiyor ve tanınmıyor diye köşesinde istediğini söyleme hakkına sahip olduğunu sanıyor. Bu bilakis onu ‘kaçak oynama’ konumundan ötürü, çok daha dikkatli olması gereken bir üsluba büründürmeli… Türk medyasında başka mahlas ile sanat yazıları yazanlar da var ancak onlar yazılarında biraz haber, biraz dedikodu biraz kişisel fikir karışımı ile yazı yazarlar. Dolayısıyla yazıları merakla beklenir ama benim hatırladığım kadarıyla birkaç olay dışında çok da tartışılmazlar. Ancak bizim yazarımız hızını alamamış, mesela Bosphorus Sanat Gazetesi’nin Mart sayısında Şükran Moral için ‘Erotizmin kendisinin politik silah olarak kullanılmasını protesto eden ve bu nedenle kendi erotik duygularını alenen ortaya döken; ne yetenek ve de ne düşünce gücünden nasibini almamış yalnızca, iç güdüsel olarak ortaya çıkardığı reklam gücünden nemalanan sanatçıların en başta geleni Şükran Moral…’ diyor. Ve aynı yazının başka bir bölümünde ise şu ifadeleri kullanıyor …‘ortalama bir akla, öfkeli, saldırgan ve utanmaz bir ahlaka sahip bu kadının yaptığı işlerini ve bunun gibi sanatçı geçinenleri bağrımıza basıp giderek gelenekselleşmeye başlayan sanatsal (ahlaksızlığın) ahlakın, yaşam ahlakının ilerisine geçmesine göz mü yumalım?’

Şikeste hanım, öncelikle eleştiri dediğimiz şey karşımızdaki sanatçının şahsını ve çalışmasını yerden yere vurmak demek değildir. Bir sanatçıyı seversiniz ya da sevmezsiniz, bir çalışmayı da seversiniz ya da sevmezsiniz ancak UPSD’nin daha önce sanatçı ile ilgili yayınladığı bir bildiride de bahsedildiği gibi,’ bunların hiç biri o sanat eserinin var oluş hakkını ortadan kaldırmaz’. Ayrıca sanatçı için kullandığınız ifadeler çok yanlış. Bu eleştiri yapma değil, bu yazı yazmak değil, bu yapıcı değil, bu entelektüel değil, bu bir birikimin ifadesi değil… Bu bir ismin ardına sığınarak yazılmış, güvensiz, belirsiz, tutucu, özgürlükleri kısıtlayan ve hatta yok etmeye çalışan bir yazı. Sorarım size Moral için ‘ortalama bir akla, öfkeli, saldırgan ve utanmaz bir ahlaka sahip bu kadının…’ diyen birisinden mi alacağız yaşam ahlakı dersini? Bunun yanı sıra ‘bunun gibi sanatçı geçinenleri bağrımıza basıp giderek gelenekselleşmeye başlayan sanatsal (ahlaksızlığın) ahlakın, yaşam ahlakının ilerisine geçmesine göz mü yumalım?’ sözcüklerini kullanırken siz bizzat kaleminizle, özgürlükleri kısıtlamış olmuyor musunuz? Sanatçının bu çalışmasını sanatsal ahlaksızlık olarak tanımlamanıza yol açan sebep eğer çıplaklık veya erotizm ise dünya sanatının bunu çoktan aştığını anımsatırım. Performans sanatı özeline gelirsek 1960’lardan beri yapılan ve dünyada çok daha farklı ve şiddetli örneklerin görüldüğünü performans sanatında mesela Yves Klein’in çıplak kadın bedenlerini kullanarak yaptığı performansları unutmak mümkün mü? Ya da Marina Abramovic’in Ulay ile gerçekleştirdiklerini?

Bosphorus Sanat Gazetesi’nin Nisan sayısında da video sanatı hakkında ‘…bu tür işlerin yüzlercesi galeriler, fuarlar, bienaller de karşımıza çıkıyor ve bizler boş boş öylesine bakıp duruyoruz… Hiçbirini içimize sindirip sanat eseri olarak kabul etmiyoruz… Bu böyle biline’ diyorsunuz. Belli ki performans sanatından sonra video sanatına da karşı bir duruşunuz var. Şikeste hanım siz videolara boş boş bakabilirsiniz ama bizler video sanatını yakından takip ediyor ve izliyoruz. Video artlar için söylediğiniz ‘sanat eseri kabul etmiyoruz’ sözünüze yanıt olarak söylüyorum; sizin zaten sanat yazarlığınız tartışılır!

15 Haziran 2011 Çarşamba

‘SANAT KAYGAN ZEMINI KABUL ETMEZ’


Mustafa Ata, geçtiğimiz günlerde Füsun İnan Art Gallery’de açtığı “Yüzeyin Gizemi’ adlı sergisinde yüzey kavramını sorguluyor. Sergide sanatçı, jestin An’la kurduğu ilişkisini kaligrafinin meditatif yapısıyla buluşturuyor. Resimlerinde Zen ustalarının ve iznik çinilerinin izlerine rastladığımız sanatçı ile görüştük.


Hülya Küpçüoğlu / Bosphorus Sanat Gazetesi Haziran 2011


Serginizin basın bülteninde resminizde jestin Anla kurduğunuz ilişkisinin zen ustalarıyla olan bağına değinilmiş. Öncelikle bunu konuşmak istiyorum…


Son işlerimde jestin özellikle kaligrafi ile ortak paydasını bulmaya çalıştım. Dolayısıyla daha önce yaptığım işlerin bir sonucu olarak bugün, figürlerin biçimsel planda içlerini boşaltıp, onları bir anlamda kaligrafinin biçimi anlamın gerisinde bırakan yapısıyla ,uzun yılların birikimiyle oluşturduğum plastik dili yeniden sorguluyorum denebilir.


Yani siz daha çok kaligrafi ile mi bağlantı kuruyorsunuz?


Kaligrafi ile direk değil dolaylı bir ilişki var. Jestin anlamını, kaligrafinin başı sonu belli olmayan yapısıyla ilişkilendiriyorum.Burada An’ın jestle olan ilişkisi, bende biçim baz alınarak renkle tariflenmiştir.Bende biçim,yapım gereği fırçanın tereddütsüz anlık sürüşüyle oluşma ihtiyacı duyar.Bu uzak doğu zen kaligrafisinde de büyük bir geleneği temsil eden bir yapıdır.Dolayısıyle resimler Dışavurumcu bir geleneği temsil ettiği kadar bir okadar da ussaldır. İkinci nedeni de başı sonu belli olmayan arabesk bir form, bir kompozisyon biçimi var resimlerimde.Bu yapıyla olan ilişkiyi çok önceden kurdum resimlerimle.Şimdi geldiğim noktada resmin gelişim sürecine tamamlayıcı doğal bir öğe olarak girmiştir kaligrafi. Kendi kaynaklarımdan, kendi kültürümden hareket ederek …

Yani zen ustaları yanı sıra geleneksel Türk el sanatlarıyla da ilişkilendirebilir miyiz?

Evet. Biliyorsunuz sanat tek bir kaynaktan yola çıkarak yapılacak bir şey değil. Birçok kaynaktan beslenerek, kendi bedeninize en uygun olanını alıyorsunuz, diğerlerini atıyorsunuz. O zaman kimlik oluşmaya başlıyor sanatta.


Az önce arabesk form ve arabesk kompozisyon kullanıyorum dediniz. Bunu biraz açabilir miyiz?


Geleneksel anlamda kompozisyon belirli sınırlar içerisindedir. Ama İslam sanatlarına baktığınızda başı sonu belli olmayan sonsuz boşlukta bir yapıyı görürsünüz. Benim resimlerimde de öyle, uzayda sınırlandırılmış bir boşluk değil, uzayın kendisi espasın kendisi oluyor. Bir yerden başlıyor bir yere doğu gidiyor, sınırlandırılmış değil.


Daha önceki çalışmalarınızla bu serginizi karşılaştıracak olursak, biçimlerde bir yalınlaşmaya gittiğiniz görülüyor. Bu yalınlaşma sürecinde sizi etkileyen şeyler neler oldu?


Bu sürecine aslında bir figürü betimleme diyebiliriz. Benim amacım figürün içindeki var olan potansiyeli betimlemek. Kaligrafi ile ilişki kurmak içinde figürün içini boşaltmak gerekiyordu. Aksi halde jest kaligrafiyle olan bağının sözünü söyleyemez hale gelirdi.

Figürün içini boşaltmak derken?

İçini boşaltmak şu anlamda, içindeki görsel elemanları çekiyorum ve kaligrafi ön plana çıkıyor.Yani bazan ışık bazan çizgi…Plastik bir değer olarak bunları algılamalayız. Fakat bunu yaparken de figürün içini hiçbir zaman boş görmüyorsunuz. Fondan türetilmiş formlar görürsünüz.


Çalışmalarınızla ilgili ‘resimlerimde ulaşmak istediğim evren çizgi ve renkten ibarettir ’ demişsiniz. Resimlerinizde nasıl bir evren tanımlaması yapıyorsunuz?


Bir fikri ya da temayı anlatırken Alman dışavurumcular hem biçimi bozarlar hem de yeniden oluştururlar. Yani amaç biçim ve renkle olaya bakmaktır. Ben de onlardan hareketle biçim ve rengi uzun yıllar tematik değerleri ön planda tutarak anlatmaya çalıştım.Bugün tüm bu değerlerden yola çıkılarak bir yalınlaşamaya doğru gittiğim söylenebilir.


Kompozisyonları oluştururken fotoğraftan ya da modelden faydalanıyor musunuz?


Hayır faydalanmıyorum. Bir olayın üzerine bütün hayatınızı adıyorsunuz. Bunu yaparken kaynaklar çok muazzam. İslam kaynakları, yaşadığınız coğrafya, yaşadığınız toplum, dünya sanatı hepsinden bir ortak paydaya ulaşmaya çalışıyorsunuz. Ama öncelikli olarak ben bir sanatçının yaşadığı coğrafyadan özümsediği bilgiden yararlanmak zorunda olduğunu düşünüyorum. Aksi halde çok kaygan zeminde olursunuz. Sanat kaygan zemini kabul etmez. Sanatçı dağarcığını dolu tutmalı.


Dağarcığını dolu tutmalı derken beslendiğiniz kaynaklar neler?


Toplumsal olaylar beni hep etkilemiştir. Uzağımda ya da yakınımda olsun insana dair bütün olumlu- olumsuz şeyler hep resmime konu olmuştur. figür kaynaklı …. İnsana ulaşmaya çalışıyorum. Hatta şöyle söylenebilir; 21. yüzyılda ben insanı yeniden tanımlamaya çalışıyorum. Her gün değişen bir toplumda yaşıyoruz. Hepsinden önemlisi benim duraganlığı sevmeyen bir yapım var. Dolayısıyla hareket , günün koşullarının hızlılığı tüm bunlar doğal olarak günümüz sanatçısını etkiliyor. Renk anlamında da 16. Yüzyıl İznik çinileri, Alman dışavurumcular etkiledi beni.


Bu serginizin adı ‘Yüzeyin Gizemi’ burada serginizin genel yapısına baktığımız zaman ön plana çıkan şey ‘yüzey’ diyebilir miyiz?


Kesinlikle. Benim için yüzey önemlidir. Ama yüzeyin 3 Boyutlu resimlerde olduğu gibi gizemli bir şey yoktur denmesine karşıyım. Yüzeyin de bir gizemi vardır. Nasıl ki arabesk formlarda mutlak bir değerden bahsedemiyorsak. Bu bir gizemdir.


Siz yıllarca Akademi’de ders verdiniz. Yıllarca ders veren bir sanatçı olarak genç sanatçıların son yıllardaki çıkışı ile ilgili neler düşünüyorsunuz?


Bunu çok doğal görüyorum. Böyle olması gerekiyordu. Bizim zamanın koşulları onu gerektiriyordu şimdinin koşulları bunu gerektiriyor. Türkiye’deki genç sanatçı kuşağının dünya sanatıyla aynı kulvarda yürüdüğünü görüyorum ve mutlu oluyorum. Bizim için bir anlamda durağanlaşmış diyebiliriz, belli bir aşama kaydetmiş olmaktan ötürü,hal böyle olunca, genç kuşak sanatçılar bizler için de büyük bir potansiyel de oluşturuyor.

7 Haziran 2011 Salı

'Kendimi kıstırılmış hissediyorum'

İranlı sanatçı Leyla Emadi, ALANİstanbul’da açtığı ‘Abluka’ adlı sergisinde özgürlükleri ellerinden alınan insanları anlatıyor, işkence ve haksızlıkları vurguluyor. Kendisini kıstırılmış hissettiğini söyleyen Emadi, resimlerindeki insanların yaşadıklarını bir ablukaya benzetiyor.

Hülya Küpçüoğlu/ Haber Turk Gazetesi 7 Haziran 2011

Basın bülteninizde kendi kişisel geçmişiniz, ülkenizdeki rejim değişiminin deneyimlerinin sizde bıraktığı izler üzerinden yapıt ürettiğinizi belirtiyorsunuz. Ülkenizdeki rejim değişimi sizi nasıl etkiledi?

Ailem için büyük etkileri oldu tabi ki, biz çocuk olduğumuzdan bir şey anlamadık ve Türkiye’yi vatanımız kabul ettik. O dönemde, biz ve bizim gibi birçok ailenin yaşadıkları, vatanından, sevdiklerinden, köklerinden koparıldılar. Her ne kadar bu fiilen yapılmamış olsa da düşüce yapısı olarak biz oradan koparıldık. Benim bütün ailem de birçokları gibi dağıldı. İstenmeyen bir devrim oldu ve biz bunu yaşadık. Babam üniversiteyi Ankara’da okuduğu ve Atatürk hayranı olduğu için Türkiye’ye yerleşme kararı alındı ve böylelikle ayrılıklar başlamış oldu, birbirini 10-15 sene görmeyen kardeşler oldu. Bir araya geldiğimizde herkeste bir burukluk oluyor hala, eski günler konuşuluyor, vatan konuşuluyor, toprak konuşuluyor, nasıl bu günlere gelindiği konuşuluyor…içimdeki birikim bu olduğundan da sanırım resimlerime bir şekilde yansıyorlar..

Güncel siyasal, hukuksal ve toplumsal gelişmeleri, İran’da tanıklık etmiş olduğunuz değişim benzeri bir sürece benzettiğinizi söylüyorsunuz. Neler mesela dikkatinizi çekiyor?

Türkiye özgür, laik bir ülke. Bu özgürlükler yavaş yavaş kısıtlanmak isteniyor gibi hissediyorum. Aydınların, yazarların, çizerlerin kısacası düşünen insanın etkisiz hale getirilmesi İran’da da olmuştu, burada da olmakta. Düşünceye kilit vuramazsınız. Aklımızdan geçen şeyler için ‘kapatılmak’ ne kadar doğru olabilir ki? Bunları gördüğüm için rahatsız ve tedirginim.

Ve tüm bu süreci bir ablukaya benzetiyorsunuz değil mi?

Ablukaya benzetmemin sebebi, kendimi kıstırılmış hissetmemden. Bu kendimle ilgili, benim gibi hisseden insanlarla ilgili. ‘İnsanı’, ‘bireyi’ ele alıyorum resimlerimde..hak ve özgürlüklerin kısıtlanması herkes üzerinde bir baskı yaratır. Okumamak, yazmamak hele ki düşünmemek insan doğasına aykırı..işte bu sebeple resimlerimdeki karakterlerin üzerindeki baskıyı anlatabilmek için serginin adı ‘abluka’ oldu..

İran’da kadınlar da devrim sırasında büyük değişimler yaşadı. Ancak Kadın bir sanatçı olarak sergide daha çok erkekler üzerinden bir okuma yaptığınız görülüyor…

Sergiye aslında İran üzerinden girmedim. İran üzerinden ya da başka bir ülke üzerinden resim yapmıyorum. Ben olaya evrensel olarak bakıyorum ve ‘insanı’ ele alıyorum. İnsana yapılan işkence, haksızlıklar ve özgürlüklerinin ellerinden alınması olarak bakıyorum. Bu her ülkede olabilir. Bundan tüm insanlar zarar görüyor, kadın ya da erkek olarak ayırmıyorum.Bu serginin tamamının erkek kişilerden oluşmasının tek sebebi bir sonraki sergi temasının tamamen ‘kadın’larla ilgili olması..

Sergide daha çok işkence görüntülerinin ağırlıkta olduğu görülüyor…

Görsel olarak ön plana çıkan o. O dönemde Amerika’nın Irak’ı işgali söz konusuydu, askerli resimleri yaparken bu olaylardan etkilendim. Her olay, her haber beni etkileyebiliyor. Sonuçta orada da insanın mağduriyeti var. Her resmin ayrı bir tetikleme noktası var.