28 Aralık 2011 Çarşamba
'Gelecek program karşınızda!
Hülya Küpçüoğlu/Haber Türk Gazetesi 28.12.2011
Gelecek programda neler var?
Gelecek program, gelecek olanı iple çekmekle alakalı. Şu an burada duruyorsunuz ama aslında ileri bir noktada gelecekte olmak istiyorsunuz. Onun tatlı beklentisi içindesiniz. İçinde bulunduğunuz an bir şekilde, belki yeterince sizi tatmin etmiyor o yüzden gözlerinizi ileriye dikmişsiniz ve gelecekten bir şeyler bekliyorsunuz. O arada bir zaman var ve o bekleme halini anlamlandırmak gerekiyor. Çünkü kuru kuru beklemek de olmuyor. Benim için bu serginin muhteviyatı böyle…
Peki siz bu sergi ile o bekleme sürecini mi anlamlandırıyorsunuz?
Orada hala gelecek program diye duran bir şeye bakıyorsanız, daha o film oynamaya başlamadı demektir. Burada bir tür gelecek kurgusu, beklentisi ve sorgulamasının yapıldığı bir süreç bu. O geleceğin henüz burada olmadığı, belki onu beklemenin anlamının da sorgulandığı, bekleyişin de sınandığı bir durum söz konusu. Gelecek program karşınızda duruyor, siz ona erişmeye ya da kendi aranızda ilişki kurmaya çalışıyorsunuz. Bu tamamen gelecekte bir aile kurma fikrinin, gelecekte bir aile kurgusu içinde yer alıp alamayacağına dair kaygıların bir yer de telaffuzu oldu benim için.
Feminen bir sergi diyebilir miyiz?
Feminen bir sergi diyebiliriz. Davetiyedeki çiçek de öyle, neredeyse bir düğün davetiyesi gibi ama kendi içinde hüzünlü bir tarafı da var. Belki olmamış, olamamış bir düğün gibi… Hüznü umudu, kendice yeniden yapılanma çabasını, kadınlar arası paylaşmayı, dert ortaklığını bütün bunları görselliyor.
Basın bülteninizde deneysel bir üretim sürecine dayalı işler verdiğiniz söyleniyor. Sanatçılar genelde tek bir üslup çerçevesinde çalışırlar, sergilerinizin tamamı düşünüldüğünde bunun bilinçli olduğu düşünülüyor. Sizce?
Bence bu bizim çağımıza uygun bir yaklaşım. Boyaysa boya, resimse resim, bunun bir araç olarak görülüp bir tür teknik bir virtüezite arayışı içinde kaybolmaktansa, böyle bir şey peşinde koşmaktansa, orada da insan kendi doğrusunu belirliyor ama benim derinleşmek istediğim şey bu olmadı. Benimkisi belki daha çok açlıktan ya da dikkatimin çok yönlü olmasından... Zihin yapım tek bir odağa sabitlenmeyi çok sevmediğinden... Bugüne değin konuları hep parçaladım ve çok sayıda ve farklı yüzeylere dağıtıp, sonrasında sergi bünyesinde yeniden birleştirmeyi seçtim. Hiçbir resim diğerine benzemiyordu! Bu sergide yine de serilerin akmaya başladığı görülüyor ki bu, benim sergilerimde büyük bir sıçrama. 10 senden sonra seriler halinde işler üretmeye başladım. Diğer sergilerimde durmaksızın bir konudan diğerine atlıyordum."Belki zihin de zamanla duraganlaşıyor. Bütününde benim sergilerimde bana ait, bana ait bir şey de var. Bu yönden üslübu yok demek de yanlış olur. Bu serginin başka kimsenin sahip olmadığı bana ait bir duygusu ve görsel kurgusu var. Belki üslup sözcüğünü resim içindeki geleneksel bir arayış olarak okumaktan çıkarıp, sergilerin bütününe bakmak gerek. Tahmin ediyorum ki birçok izleyicim buraya gelip, benim sergim olduğunu bilmeseler, bu Leyla Gediz’in sergisi diyebilirler…
24 Aralık 2011 Cumartesi
'Ruhun Dili En Yoğun Dildir'
Belçikalı sanatçı Johan Tahon Çinili Köşk’te açtığı ‘Arche’ adını taşıyan sergisini İstanbul Arkeoloji Müzesi ve Özil Koleksiyon ortaklığında sundu. Sanatçı son yıllarda çalışmalarını sürdürdüğü İznik’te, tanıma fırsatı bulduğu Kuvars seramik yöntemi ile yaptığı çalışmalarıyla bu kez karşımızda idi.
Hülya Küpçüoğlu / Dekorasyon Dünyası Dergisi Aralık-Ocak sayısı
Son çalışmalarınızda İznik seramikleri etkisiyle gerçekleştirdiğiniz heykeller var. İznik’te araştırmalar yaptığınızı da biliyoruz. İznik’le yolunuz nasıl kesişti?
İstanbul galericim Dağhan Özil, İznik’te çalışma şansını bana yarattı. 2007 yılından beri senede 2,3 kere gidip çalışıyorum. İlk önce eski İznik yöntemiyle seramik yapmayı, süslemeyi öğrendim. Daha sonra İznik seramiklerinin tarihini araştırmaya ve bu eski yöntemle- Rölyef Kırmızı ve şahane mavi ile- yeni şeyler yapmaya başladım. Son zamanlarda kendi seramiklerimde de aynı kuvars seramik atmosferi olmaya başladı. Bazen benim alçı heykellerimle bunları birleştiriyorum.
Şu anda izlenmekte olan serginizi de Çinli köşk’te yapıyorsunuz. İzleyici nasıl bir birliktelik görecek?
Eski eserler ve yeni eserler arasındaki bağı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Psikolojide "özbenlik" kavramı ile yakın temas içinde olan ARCHE bizim içimizdeki en derin temel noktadır. Varoluşun en güzel ve eksiksiz formudur. İnsanlar hayatları boyunca bunun arayışındadırlar ama büyük çoğunluk yanlış yerlere bakar, yanlış yerde arar. Ruhun dili en yoğun dildir. İşte Arche, bize bunu hatırlatır. Heykellerimin bu noktaya dikkat çekmesini istiyorum, hepimizin ihtiyacı olan geçmişten gelen en temel ihtiyacımızla bizi karşı karşıya bırakması/ yüzleştirmesi... Seramik heykellerim içimizde yaşayanın ne olduğunu göstermeyi, ifade etmeyi ve içselliği izleyici ile paylaşmayı deniyor. Umarım ziyaretçiler bunu görebilirler, anlayabilirler, farkına varabilirler.
Cevap bulmayı çok istiyorum ama hiç cevap verilememiş bir soru, bu yüzden hayallerime devam edeceğim. Beni yaşatan –tam ifade edemesem de- Otantik şiir güzelliği ve insan sevgisi. Sadece bunlar var elimde… Sonsuz evrende sevgi dolu insan olmak ve bunu ifade etmek, bu olgunun tanrı olduğunu düşünüyorum. Ya da sanırım tanrıyı anlamak demek de bu olmalı.
16 Aralık 2011 Cuma
'Plansız şehrin şiirselliği'
Emre Tandırlı,"Süpriztepe" adlı sergisinde plansız kent mimarisini ve İstanbul'u lirik bir manzara resmi gibi kurguluyor. "Beton yığını" ifadesine alternatif bir bakış getirdiğini söyleyen Tandırlı, Mabeyn Galeri'de 31 Aralık'a kadar sürecek sergisiyle ilgili sorularımızı yanıtladı
“Sürpriztepe” adı nereden çıktı?
Daha önceki sergilerimde de İstanbul kentinin çok göz önünde olmayan semtlerini ele alıyordum. Bu sergide “tepe” sözcüğü ile biten semtlere gönderme yaparak, böyle bir isim belirledim. Bir de şöyle bir düşüncem vardı; öyle bir kentte yaşıyoruz ki, kentin ana caddelerinden ayrılıp sokak aralarına girdiğimiz zaman, bu yolların sonlarında inanılmaz görüntülerle karşılaşıyoruz. Özellikle plansız gelişen kent görünümleri ile adeta görsel bir şölen havasında da algılanabiliyorlar. Söz konusu bumuhteşemgörüntülerin resimlerini yapmaya çalışıyorum. 18. ve 19. yüzyıl Batı resminde doğanın şiirselliğine, yani pastoral ifade biçimlerine sıklıkla rastlamaktayız manzara resimlerinde. Ben bu ifade biçimini plansız gelişen bu içinde yaşadığımız kente uyarlamaya çalıştım. Başka bir deyişle, plansız gelişen dokunun şiirselliği üzerine gitmeye çalıştım. Söz konusu gizemli ara sokakların derinliklerinde karşımıza çıkan, bir yamacın bitip başka bir yamacın karşımıza gelmesiylemüthiş panoramaların oluştuğunu ve bunun her defasında değişik iklimve ışık koşullarında sürprizle örülü olduğunu belirtmek isterim. Ancak tabii ki bu sürprizler sunanmuhteşemsemtlerde yaşayan insanların daha çok işlevselliğe adanmış yaşamtarzları söz konusu.
‘RESİMLER HİCİV BARINDIRIYOR’
- “Bu semtlerde yaşayan insanların işlevselliğe adanmış yaşamtarzı” derken neyi kastediyorsunuz?
İşçi sınıfını ve o bölgelerdeki ekonomik koşulları da düşünürsek daha işlevselliğe dayalı bir yaşamsöz konusu. Kendi içinde estetiğe önemvermeksizin, sadece kolonları veya tuğlaları ile çıkılan binalardan oluşan bir bölgeden bahsediyoruz. Dolayısıyla, karşı yamaçtaki görüntülerin estetiği bu insanların pek de umurlarında değil. Ama bir o kadar da bu şiirselliğin içinde yaşayan insanlar bunlar. Dolayısıyla, bu insanların semtlerini konu alıyorumve içinde az da olsa hiciv barındırıyor bu resimler.
- Serginin sinema ile olan bağlantısına gelirsek...
Ben Nuri Bilge Ceylan’ın filmlerindeki resimsel etkiler üzerinde duruyorum. Nuri Bilge Ceylan’ın filmlerinde idealize edilmemiş gerçekçi bir aktarımvar. En son filmindemesela, “Bir Zamanlar Anadolu’da.” Başka hiçbir filmde öyle gömleği dışarı taşmış bir polis göremeyizmesela. Courbet’nin toplumsal gerçekçiliği gibi... Çok dobra bir üslup ve ifade biçimi var.
-Peki, sizin resimlerinizde idealizasyon varmı?
Yollardan geçerken, bu tür manzaralarla her zaman karşılaşırız. Bu rutin içerisinde, her gün gelip geçerken gördüğümüz bu imgelere karşı bir körleşme, kanıksama söz konusu. Hep “beton yığını” nitelemesini kullanıyoruz. Ben biraz buna karşı da bir duruş sergilemek istedim. Onu, alternatif bir imgelemşeklinde izleyiciye sunmayı seçtim. Yani benimresimlerimde bir idealizasyon var. Ama bu güncel estetiğin sentezi niteliğindeki tanımsız bir idealizasyon.
21 Kasım 2011 Pazartesi
"Çaba harcamadan para kazanma hep ilgimi çekti"
Çağdaş resim sanatının temsilcilerinden Bubi, geçmiş dönemlerinin bir özeti şeklinde kurguladığı, ağırlıklı olarak kendi portrelerine yer verdiği ve "100 Bubi Parası" olarak adlandırdığı yeni işlerini İstanbul'daki farklı galerilerde sergiliyor
◊ Farklı dönemleri olan bir sanatçısınız. Bu kez sizi paralarla ilgili çalışırken görüyoruz. Parayla ilgili serinize niçin başladınız?
Para için başladım...
◊ Para için mi?
Kalpazanlık her zaman ilgimi çekmiştir. Define arama-bulma hayali gibi bir şey bu. Fazla bir çaba göstermeden büyük paralara dolayısıyla da imkânlara kavuşmanın hayali.
◊ Kalpazanlığa mı soyunuyorsunuz?
Hayır giyiniyorum. Bugüne kadar ürettiğim 20 civarında dönemin ayrı ayrı çeşitlemelerini çizerek izleyenlere bugüne kadar neler yaptığımı da göstererek hatırlatmış oluyorum.
◊ Yani çalışmalarınızı yeniden kurguluyorsunuz diyebilir miyiz?
Evet ama aynı zamanda bu bir nostalji. Anılarımızı anlatırken nasıl uyduruyor yani yeniden yazıyorsak ben de bu işlerde geçmişi yeniden yapılandırdım. İşin komik tarafı doğrusunun ne olduğunu veya doğrusunun hangisi olduğunu bilmiyorum.
◊ Kitabınızı incelediğimde farklı dönemlerinizi görmüştüm, ancak sanki siz daha çok kafesli işlerinizle biliniyorsunuz, değil mi?
Evet haklısınız. Diğer dönemlerimin yeterince tanındığı söylenemez. bu paralar bir açıdan yeniden üretilmiş bir retrospektif olarak tanımlanabilir.
◊ Bu aynı zamanda yeni bir dönemin habercisi diyebilir miyiz? Yani farklı çalışmalar da olacak mı?
O anın duygu ve düşüncesi içinde kendiliğinden ortaya çıkan açılımlar olabilir. Dahası hiç bilmediğim sokaklara dalabilirim. Her zaman söylediğim gibi nereye gittiğini bilmediğim bir otobüse binip uykuya dalmayı sonra da bilmediğim bir yerde inip bilmediğim yerleri gezip bilmediğim kişilerle tanışıp bilmediğim yemekleri yemeyi kısaca bilmediğim tatları tatmak istiyorum bilmediğim bir şeyi anlatmak çizmek boyamak. Evet sanat sanki böyle bir şey.
◊ Her bir paranın birbirinden farklı olduğunu görüyoruz...
Evet, birbirinden tamamen farklı 200 tane para. Bir açıdan "100 BUBİ PARASI''nın "199 tane kalıbını boyuyorum. Pullarda ve paralarda hatalı basılmış ve fark edilmediğinden kullanıma girmiş "error' diye tanımladığımız örnekler gibi. Benzeri olmayan tek üretimler bu paraların her biri.
◊ 200 tane olmasının bir anlamı var mı?
200 tane olmasında belli bir neden yok. Bu paraların tüm gelirini bir yere bağışlamayı düşünüyorum. Yekûnün bir anlam ifade edebilmesi için 200 tane yapıyorum.
◊ Teknik ve ölçü anlamında farklı olsa da Rembrandt'ın oto portre rekorunu kırıyorsunuz...
Nitelik açıdan olmasa bile sayısal olarak 400 portre ile Rembrandt'ı geçmiş oluyorum. Yine de paralardaki portrelerin Rembrant'tan çok Marcel Duchamp'ın Mona Lisa'ya bıyık takan jestüel tavrına daha yakın olduğunu söyleyebilirim.
◊ Paraları nasıl sergileyeceksiniz?
Paralar çift yönlü olduğundan arkalı önlü örneğin masa üstünde sergilenmeye el veren pleksiden bir sistem yaptık. Bu sayede paralar her tip düz yüzeyde sergilenebilir hale geldi. Paraları bu ay başta Galeri Merkür olmak üzere aynı anda birçok galeride sergileyeceğim. Bu tavır da bir ilk olacak sanırım...
◊ Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Erotik çağrışımları olan işler de var ve onları üretmek hoşuma gidiyor. Özellikle benim gibi taşıyıcı olmayan bir sanatı savunan bir kişinin bu tip işler yaparak kendine karşı yürümesi ilginç. Ayrıca kendi portrelerim dışında başka kişilerin portrelerini de kullandığım paralar var. Örneğin İlhan Berk'in Sabri Berkel'in yanı sıra daha birçok kişinin portrelerini de kullandım.
19 Kasım 2011 Cumartesi
‘Neden o kadrajı seçerek deklanşöre bastılar?’
Ekin Onat von Merhart ‘Gerçek Masallar’ adlı kişisel sergisini geçtiğimiz haftalarda Niş Art Galeri’de gerçekleştirdi. Sanatçıdan daha önce görmeye alışık olduğumuz enstalasyonlarından farklı olarak fotoğraf sergisiyle karşımıza çıkan Onat ile sergisi hakkında görüştük.
Hülya Küpçüoğlu/ Bosphorus Sanat Gazetesi 2011 Kasım sayısı
Enstalasyonlarınızda fotoğraflar kullanmıştınız ancak sizin ilk kez ve sadece bir fotoğraf sergisi gerçekleştirdiğinizi görüyoruz. Bu seri ile ilgili çalışmalar nasıl başladı?
Aslında zaman zaman karma sergilere de fotoğraf veriyorum. Çektiğim karenin söylemek istediğimi anlattığını düşünüyorsam araya herhangi bir aracı malzeme koymadan da kullanabilirim. Bu sergide yola çıktığım malzeme fotoğraftı ama çalışma sürecinde değişip bambaşka bir hal aldılar. O nedenle fotoğraf sergisi tanımı tam olarak uymuyor sanırım.Hayatın içinde beni etkileyip üretmemi sağlayan birçok neden var. Bu işlerin meydana çıkmasını sağlayan ise tesadüfen elime geçen bir çanta dolusu fotoğraftı.
Bu fotoğraflar nereden elinize geçti?
Eşimin babası vefat ettikten sonra onun eşyaları arasında bulunan fotoğraflardı bunlar. Ama bu işin en önemsiz kısmı çünkü ben bunları bir eskiciden almış veya sokakta bile bulmuş olabilirdim. Benim için işin ilgin kısmı kişilerin bu fotoğrafı çekerken neden o kadrajı seçtikleri, o sırada hangi duygu içinde oldukları, neler yaşadıkları, fotoğrafın kurgulanmış mı yoksa tamamen tesadüf mü olduğu gibi detaylar. İşin başlama nedeni bunların yok olmasına izin vermeyeceğimdi. Nereden geldiklerinin hiç önemi yok.
Yani siz, başkasının çektiği bir fotoğraf içinde onun belki de hiç dikkat etmediği bir şeyi ön plana çıkardınız, değil mi?
Belki dikkat etmediği değil ,farklı bakış diyelim. Ben o fotoğraflara yeni bir hayat vermek istedim. Yıllar önce başka birinin bilgisi ve zevkiyle çekilmiş olan bu kadrajları kendi bilgim ve zevkimle yeniden yorumladım. Fotoğrafların dijital olarak renklendirilmesi oldukça sıkça rastlanan birşey, buradaki ince detay benim bunu manuel olarak yapmış olmam. Yani teknolojinin bana vermiş olduğu uçsuz bucaksız imkanlardan uzak durup fotoğrafların tarihine uygun olarak kendi el imkanlarımı kullanmış oldum.
Peki ön plana çıkardığınız şeyi neye göre belirlediniz?
Bu fotoğraflarla çok uzun zaman geçirdim. Hepsinin kendine göre var olan hikayelerini hayal etmeye çalıştım. Bazen vurgulanmış birşeyi daha da ön plana çıkardım, bazen dikkat çekmeyen bir detaya vurgu yaptım. Buradaki süreçte fotoğrafla aramdaki ilişki çok önemliydi, biraz da benim o anki bakış açım. Sonuca baktığımda beni heyecanlandırması gerekiyordu.
Sergi 3 ana konudan oluşuyor ve gerçek masallarda bu fotoğrafların hikayesinden gelişiyor diyebilir miyiz?
Evet, bu serginin oluşmasında beni ilk tetikleyen resim, henüz hala deşifre edemediğim, 1930’lardan kaldığını düşündüğüm bir orman resmi idi. Oradan yola çıkarak, yine yakın tarihli Kolombia seyahati resimleri serginin ilk bölümünü oluşturuyor. İkinci bölüm 1970-1980 tarihli Afrika resimleri ve üçüncü olarak da aynı aileye ait, 1700lerden kalan yağlıboya portreleri kullandım. Benim için masal gibi olan bu resimler gerçeğin ta kendisi. Bana en çok heyecan veren de bu işte.
Afrika fotoğrafları da var ama sonuçta eşiniz Avrupa’lı bir aile. Bir gezi sırasında mı çekilmiş bu fotoğraflar?
Eşimin babasının 40 yılı aşan bir Afrika macerası var. Hatta eşimde Gabon doğumlu. Bu fotoğraflarla benim kendi kişisel bağım da çok kuvvetli artıdan. Uzunca bir süre bende o balta girmemiş ormanlarda bulunup tıpkı o fotoğraflarda gördüğünüz gibi Afrikalılar’ın gece avlandıklarıyla beslendim. Her ne kadar zaman zaman zor anlarda geçirmiş olsam da hayatım ve üretimlerim için büyük bir tecrübeydi.
Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Benim için farklı bir adım olan bu sergiyi hazırlarken büyük keyif aldım. Tarihin en önemli belgeleri olan fotoğrafları yeniden canlandırdım. Hiç tanımadığım kişilerin anılarına dahil olmuş gibiyim. Onlar artık tamamen bana ait sanki. Sanatsal tatmin konusunda ben amacıma vardım, umarım izleyiciyi de mutlu etmişimdir.
4 Kasım 2011 Cuma
'Etkilenme arayışı gençler için tuzak'
Bu serginin hemen ardından bir sergi daha açacaksınız. Sergilerdeki resimler birbirine paralel konularda mı?
2 sergi birbiriyle ilintili. 2 yıllık çalışmanın sonucunda oluşmuş iki sergi. İşler ortaya çıktıktan sonra böyle bir serginin tek galeride gözükmesi zor diye düşündük. O sırada Kempinski galerinin yetkilileri ile bir tesadüf sonucunda görüştük ve böylelikle ikinci serginin yeri de belirlenmiş oldu.
İki sergi arasındaki bağlantı nedir?
İki sergideki resimlerde birbirinin peşi sıra çıkan çalışmalar. Baktığınız zaman kopukluk yok. Resim kendi içinde bir serüven. Her resim, kendisinden sonrakini doğuruyor. Resim yaparken bir şeyi fark edip diğer resimde o fark ettiğiniz şeyi yapıyorsunuz, arayış devam ediyor. Başka bir arayış daha var. O tehlikeli…
Nedir o tehlikeli arayış?
Etkilenme olayı. Günümüzde önemli bir problem. Özellikle yeni gençler için büyük bir tuzak. Batının ellerindeki iletişim araçları kuvvetli ve sanatlarını yayıyor ve kabul ettirebiliyorlar. Oradaki düşüncede bizim gibi ülkeleri çok etkiliyor. Gençler de hemen etkilenip, çağdaş bir şey yapmak adına alıp, benzerini ya da aynısını alıp yapıyorlar. Fuar gibi yerlerde gördüğümüz toplu sergilerde, gerçekten o etkilenmeleri görüyorsunuz.
Peki etkilenmek neyi getirir veya götürür?
Etkilenmek sanatçı için bir şey getirmez. Çünkü başkasının yarattığı bir olayı ucundan alıp devam ettiriyor. Halbuki o sanatçı o noktaya nasıl geldi? Kaç yılda oraya geldi? Bunun arka planını görmeden alıp yapmak kolaylık… Günümüzde iletişim çok kuvvetlendi. Onlar ne yapıyorsa biz görüyoruz, bizde yapılan bir resim de kolaylıkla yurtdışına gidebiliyor.
Serginize dönersek, Linart’ta açtığınız serginin adı ‘Köprü’. Neye köprü olmak?
Köprü imajını medeniyetler arasındaki bir takım duyguları, düşünceleri, yaşanmışlıkları taşıyan onları hareket ettirebilen yanı ile ele aldım. Resimlerime baktığınıza zaman bizim geleneksel resimlerimiz ya da Anadolu ile ilgili konularla ilgili çıkışlar var. Ben kendi yaşanmışlığımız, geçmişimizi alıp onu çağdaş bir şekilde yansıtmanın doğru olduğunu düşünüyorum. Bunun doğru olduğunu şöyle gördüm; Yurtdışı sergilerinde insanlar sizden bir şey görmek istiyor. Kendilerinden yapılan bir şey orada ilgi uyandırmıyor.
Peki köprü konsepti bağlamında hangi formlar ön plana çıkıyor?
Ben at formunu ele aldım. Benim için duygusal bir yanı da var. At insan yaşamında hep yanında. İnsanla birlikteliği yakın zamana kadar sürmüş… Onun tüm hizmetlerinden yararlandığımız gibi, duygusal bir boyutu da var. Birden arabalar çıktı atlar yavaş yavaş yok olmaya başladı. Halbuki onlar, medeniyetimizde büyük katkılar sağlamış. Ondan dolayı resimlerimde atları bir taşıyıcı eleman olarak kullanıyorum.
Eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Ressam olabilmek benim görüşüme göre, önce kendine ve sanatına inanmaktır. Yaptığınıza inanıyorsanız, her türlü zorluğa katlanıyorsunuz. Zaten orada ortaya çıkıyor ressam olduğunuz. Benim gördüğüm her türlü zorluğa katlanarak ısrar edenler ressam oluyorlar. Bu para kazanmak için yapılan bir meslek de değil bence. Eğer onu gözü alarak yapıyorsanız, resim de resim olmuyor zaten çünkü her şeyden ödün verirsiniz ve kişiliğiniz erozyona uğrar. Sanatçı önce kendisi için yapıyor resmi, olayın metaya dönüşmesi ayrı bir şey…
3 Kasım 2011 Perşembe
‘Toplum inşasında bir tür toplum mühendisi gibi davranılıyor’
'Malatya'da bu yıl 4.sü gerçekleştirilen Kervansaray Buluşması paralelinde küratörlüğünü Fırat Arapoğlu'nun yaptığı 'Boğucu Kültür' adlı bir de sergi düzenlendi. Sergi ile ilgili Fırat Arapoğlu'nun görüşlerini aldık.
Hülya Küpçüoğlu
Boğucu Kültür adlı serginizde Jean Dubuffet’nin yazdığı ve Türkçeye de çevrilen aynı adlı kitaba da göndermeler yaparak, giriş yazınızda, sanat ve kültür kurumların toplum inşasında rol oynadığını belirtiyorsunuz. Bunu biraz açabilir misiniz?
Şu bir gerçek ki “angaje kültür endüstrisi” denilebilecek bir noktada basın, yazılan yazılar ve yönlendirmeler ile birlikte toplum inşasında bir tür toplum mühendisi gibi davranılıyor. Kültür ve sanatın belirli grupların tekelinde ve himayesinde yönlendirmesi neticesinde bir yöne ve monolitik bir gidiş söz konusu. Bu sanatın spiritüel tanımına aykırı gibi geliyor bana. Sanatçı iktidarın karşısında olansa ve dirençli olansa, o zaman bence bu kültürel politikalara ve kurumlara angaje olma konusunda dikkatli olmalı.
Peki sizce sanatçı direnç gösteremiyor mu?
Elbette “gemisini yürüten kaptan” algısı üzerinden yürüyen ve kapitalizmin bu kadar baskıcı olduğu bir noktada direnme ne kadar olası olabilir bu soruyu da akılda tutmak lazım. Elbette direnç gösteren sanatçı modellemeleri var etrafımızda ama sayılarının çok olduğunu iddia etmek zor gelir herhalde?
Az önce kültür ve sanatın belirli grupların elinde olduğunu ve onların yönlendirilmeleriyle belli bir yöne doğru çekildiğini söylediniz. Kurumlara bağlı olmayan pek çok sanatçı da var. Bağımsız sanatçılar bu tespitin neresinde?
Kurumlar derken elbette sadece belirli büyük harfle “Kurumlar” üzerinden düşünmemek gerek. Bunların yanında belirli bir yapı ve etrafında inşa edilen söylemler üzerinden hareket eden “angaje” sanatçı modellemeleri var demeye çalışıyorum. Bağımsız sanatçı nedir? Daha doğrusu sanatın “özerkliği” nedir diyerek bu soruyu açımlasak? Cevaplar bulmak yerine, sorular sorma üzerinden hareket etmek daha etkin olabilir demek de mümkün.
Peki şu anda karşımızda nasıl bir kültür inşası duruyor?
Karşımızdaki kültür inşası özellikle etkinlik kapsamındaki panelimizde Erden Kosova’nın incelikli bir biçimde ifade ettiği gibi üretim niceliği ve niteliği noktasında sıkışmış bir süreci işaret ediyor yer yer. Bu, bir özgürlük alanının ifşasını değil de, bir “ironinin ironisi” (Baudrillard) durumunu gösterir gibi.
Sanatçı bu olgunun neresinde sizce?
Sanatçının tüm bu inşa olgularında dikkatli, eleştirel bir tutumda olması gerekliliği gayet açık. Bu inşanın muhalifi olabileceği gibi çok rahat piyasanın yönlendirmeleri üzerinden Duchamp’ın işaret ettiği gibi – bol ironi kullanan – bir “kopya makinesine” dönüşebilir.
Düzenlediğiniz serginin adı ‘Boğucu Kültür’ ve Malatya’da düzenlenen Kervansaray Buluşması kapsamında sunuyorsunuz. Mekan olarak İstanbul dışını tercih etmenizi nasıl değerlendirmeliyiz?
İstanbul dışından gelen proje tekliflerine “hayır” deme lüksümün olmadığını düşündüm her zaman. Prodüksiyon ve koordinasyon konusunda sıkıntılar çekilse de – bu İstanbul için de geçerli – her zaman farkı, farklılığı ve kimliği ifade edebileceğiniz bir noktada farklı coğrafyalarda, farklı kimliklerimizle bir arada bulunup, bir diyalog denemesine girişebilmek çok önemli. Bu sanatçı – küratör, sanatçı – sanatçı eşleşmesi gibi sanatçı – izleyici rastlaşmalarının çeşitliliği açısından da çok iyi.
Konsept bağlamında sanatçı seçimlerine de değinebilir misiniz?
Sanatçı seçimlerinde bu kültürel boğuculuk kavramını sorgulayan, sorgulayabilecek isimler olmasına ve bunun farklı yaş grupları, farklı disiplinler olmasına özen göstermeye çalıştım. Gerçi kısa zamanlı bir proje olarak ancak video ve performans işlerinin sunulabileceği bir proje sunduk. Ama bunun Battalgazi Belediyesi’nin desteğinde Kervansaray Buluşmaları’na dair reaksiyonlarını gördüğümüzde, hep beraber kolektif olarak etkili ve düşünce kanallarını açabileceğimiz bir işi sunduğumuza inandık. Elbette son söz protokol ve sponsorların ya da sanatçı ve küratörlerin değil, izleyicinin olacak.
1 Kasım 2011 Salı
“Kavramsal Bir Miras-Öncü Yerleştirmeler”
Beral Madra küratörlüğünde gerçekleştirilen ‘Kavramsal Bir Miras-Öncü Yerleştirmeler’ sergisi Artam Global Art Sergi Salonu’nda sunuldu. Sergi 1980-1990 döneminde yapılan enstalasyonlardan bir seçki sunarken, Avrupa ve Amerika’da1960’larda başlayan Kavramsal sanat ve enstalasyonlara paralellik içeren bir çıkış noktası olduğuna da işaret ediyor. Sergi ile ilgili Beral Madra ile konuştuk…
Hülya Küpçüoğlu
Artam Global Art dergisinde sergi ile ilgili yazdığınız yazıda, Altan Gürman’ın işlerinde yerleştirme ile ilgili ilk şifrelerin görüldüğünü belirtiyorsunuz. Bunu biraz açabilir misiniz?
Her hareketin bir öncüsü var. Gürman, Mimar Sinan Üniversitesi’ne temel sanat eğitimini getiren kişi. Klasik bir Akademi’den, modernizmi çok fazla sürdürmüş bir akademiden, postmodern bir akademiye geçişi yaratan bir kişi. Eğitim açısından baktığımızda çok önemli. O dönemdeki Avrupa’daki sanat değişimini anında Türkiye’ye getirmiş bir kişi. Onun bu farklı yaklaşımı getirdiği dönemde Türkiye’de sağ-sol çatışması, sanatta da figüratif- soyut çatışması var. Figüratif ve soyut resme baktığımızda, resmin yansıtmak istediği ideolojik yapıların tam olarak gerçekleşmediğini görüyoruz. Soyutun içindeki felsefi değerler çok inandırıcı değil, figüre baktığımızda insan manzaraları çok idealist ve konuyu doğrudan doğruya yansıtan resimler. Sürrealist boyutlar eksik görülüyor. Ama zaten Türkiye’de böyle bir sorun var. Sürrealizm çok boyutlu olarak ele alınmadığı için sanat bunu içselleştirememiş gibi bir durum var. Altan Gürman’a baktığımızda ise bunun aşıldığını görüyoruz…
Yani sürreal etkiler de var çalışmalarında…
Evet, sürreal etkileri post modern bir çözümleme ile getiriyor bize. Yaşam ve sanatın birleştiği yerde sürrealizmi kullanabiliyor ki bugün bunu pek çok sanatçı yapıyor. Ama o zaman bu çok zordu. Altan Gürman sonuçta, 1960 ve 70’lerde yaşanması gereken bir süreci, ömrü de yetmediği için kısa bir sürede, bir “önem anı”nı yaratmış. Fakat o an o kadar gerekli ki devam edebilmiş, sürdürülebilmiş. Nasıl? Temel eğitim sistemini kurarak eğitim alan o dönemdeki kuşağa ki bu sergide o kuşak var; onlara yeni bir yol açmış diye düşünüyorum.
Başka neler var çalışmalarında?
Altan Gürman’ın kendi işleri de çok önemli çünkü, erken bir dönemde, farklı bir şekilde militarizmi, bürokrasiyi, ulus- devlet imgelerini ve gelmekte olan tüketim kültürünü işaret etmiş. 60’lı 70’li yılların siyasal ve kültürel ortamında böyle bir insanın olması kazanç. Kullandığı malzeme kitlesel üretim malzemesi, gelecekteki bir ekonomiyi ve montaj sanayini işaret ediyor. Türkiye’nin ekonomisi montaj sanayine dayalı bugünkü kapitalist sermayeden çıkan bir sanayi…
Gürman hakkında çeşitli sergiler de yapıldı. Ama sanki yine de hak ettiği yeri bulamadı… Sizce?
Türkiye’de zaten çağdaş sanat ortamında hak ettiği yer konusu bir sorun. Burada, bir yer hak etmek eşittir, çağdaş sanat piyasasında yer almak. Piyasa işlerin varsa yer hak etmiş oluyorsun. Ama konu bu değil. Türkiye’de son 30 yıl içinde kimlerin Türkiye’deki sanatın yönünü değiştirebilecek işler yaptığını ve kimlerin kalıcı olduğuna bakmamız gerekiyor. Bu sergide, 30 yıl önceki işlerin nasıl göründüğü. Yepyeni görünüyor. Eskimemiş bu işler. İşte mesele burada… Bugün bile bu söylemler geçerli.
60’lı yılların sonunda Gürman’ın bu çalışmalarından sonra, 70’li yılların sonu ve asıl 80’li yıllarda daha yoğun olarak yerleştirme görülüyor. Neden bu kopukluk?
Bu temel eğitimi koyunca, ancak bu eğitimden geçiyor sanatçılar. O sırada Akademiyi de değiştirmek kolay olmasa gerek. Ama Bir mecburiyet de doğmuş. Kopukluk değil de, sanatçı yetiştirme süreci, bir eğitim süreci, en az 5 yıl geçmesi gerekiyor. Tabi 70’li yılardaki politik ve ekonomik ortamı da düşünmek gerekiyor. O yıllardaki İstanbul sönük bir İstanbul, dünya kültürel ortamında hiç olmayan bir İstanbul.
Bu sanatçıları ‘Öncü Türk Sanatından Bir Kesit’ ve ‘A,B,C,D’ sergilerinden seçtiğinizi belirtiyorsunuz… Fakat eksikler de var?
Burada gösterilen bu 10 yapıt bir seçki. Ekonomik koşulların ve sanatçıların ellerindeki işlerin el verdiği ölçüde yapılmış bir sergi. Eksik sanatçılar var. Ben hepsine yazdım. Ama bu kadar sanatçı kabul etti sergiyi. Ben şunu iddia etmiyorum. Bu olay, burada gördüğünüz sanatçılarla gerçekleştirilmiştir diye bir şey söylemiyorum. Tam tersi bu sergilere katılmış, ama kavramsal işler ve enstalasyon yapmış sanatçılardan bahsediyorum. Bu sergilere ressamlar da katılmış ama benim meselem resim değil.
Peki bu sergiyi Bienale paralel gerçekleştirmenizin sebebi nedir?
Bienal sırasında Türkiye’ye gelen yabancı uzmanlar, sanat eleştirmenleri, küratörler şunu göremiyorlar, bu ülkede 60’lardan günümüze kadar neler üretilmiş? Buradaki bellek nedir? Benim bu sergiyi yapmamın bir nedeni de; son dönemde Balkanlarda geçmişe yönelik birçok retrospektif sergi yapıldı. Onlar da kanıtlamaya çalışıyorlar. 50’lerde 60’larda neler üretilmiş ülkelerinde? Çünkü aslına bakarsanız, Batı Avrupa ve Amerika’da o yıllarda yapılan işlerle paralel, yani zamanın ruhuna uygun işler üretilmiş. Fakat çok klişeleşmiş bir sanat yazımı var. Her zaman 10 tane Amerikalı ve Avrupalı sanatçının adını görüyorsun. Bizim de burada göstermemiz gerekiyor…
Beral Hn, burası sonuçta bir müzayede şirketinin galerisi… Biraz da bu birlikteliği konuşabilir miyiz?
Bu iş birliği bazılarına tuhaf gelebilir. Ama burada bir amaç var. Ben şunu gördüm; Türkiye’deki sanat pazarı bir, uluslararasılaşamıyor; iki, tümüyle resim odaklı. Herkes resim üretip piyasaya veriyor. Bu sanat ideolojisinin yapısını bozan bir şey. Yani iş müzayede için resim üretmeye geliyor ve bu çok tehlikeli bir şey. Bu sorunlardan bakarak üçüncü bir sorun da, koleksiyoncuların daha fazla bilgilenmeleri gerekiyor. Veya onlara danışmanlık yapanların, onlara, sanatın değerli süreçlerini kabul ettirmeleri gerekiyor. Bu üç sorundan dolayı ben düşündüm ki, Türkiye’de en iyi satış ve sunum yapan müzayede şirketi Antik AŞ. Son derece sistemli çalışıyorlar. Bir de dergi çıkarıyorlar. Eğer siz böyle bir dergi çıkarıyorsanız çağdaş sanatla ilgili, bu müzayede firmasının yeni bir branş da açması gerekiyor. Bu enstalasyonları pazarlayacak bir branş, yeni bir yol açması gerekiyor ki buna Artam ailesi ve özellikle Olgaç Artam çok sıcak baktı. Bu zihinsel ve pragmatik bir işbirliği. Belki onlar da bir alan açmak istiyorlardı. Ben de bu alanın açılmasına bir şekilde yardımcı oldum ama ben sanatçılara da yardımcı oluyorum. Bunlar gibi belki 30-40 tane daha enstalasyon çıkarabiliriz. Ben bir şeye dikkat çekiyorum. Bunlar var ve bunlar yer altında bir yerlerde duruyor. Bunların yeryüzüne çıkıp insanlara gösterilmesi gerekiyor.