21 Nisan 2011 Perşembe

'Geçmişteki işlerimi bugünün içinde yeniden yorumladım'

İpek Duben ‘Ödünç Nesneler’ adlı sergisini Başak Şenova’nın küratörlüğünde gerçekleştiriyor. Sergi, sanatçının işlerine geri dönülerek ödünç alınan işlerin, birbirleriyle ilişkilendirmesi ve bazen yeniden üretilmesinden oluşuyor. 30 Nisan’a kadar CDA Project’de izlenebilecek sergi ile ilgili İpek Duben’le görüştük.

Hülya Küpçüoğlu/ Haber Turk Gazetesi/ 22 Nisan 2011

2009’da yaptığınız ‘Bir Seçki:1994-2009’ adını taşıyordu ve o yıllar arasındaki işlerinizden oluşuyordu. Bu serginizde ise ‘Ödünç Nesneler’ adıyla kendi geçmişinize bir kez daha dönüyorsunuz. Öncelikle sormak istiyorum, bu iki sergiyi birbiriyle ilişkilendirebilir miyiz?

2009’daki sergi 15 yıllık bir retospektifti. Bütün sanat kariyerimin retrospektifi değildi. Yalnız 5 proje sergilenmişti. Sergilenen tüm işler sanatçı kitapları ve enstalasyonlardan oluşuyordu. Bu sergide ise adından da anlaşıldığı gibi geçmişteki işlerimden parçalar alarak, onları bugünün içinde yeniden yorumlama durumu var. Ayrıca yeni işler de var. Sergide benim kendi yazdığım şiirler bu parçalar arasında bir köprü işlevi görüyor. Serginin bir özelliği de tarihsel bir süreklilik var mı? Varsa bu süreklilik nereden geçiyor? gibi soruları sorması. Yani bu bir anı sergisi değil, eskiye dönerek onu yeniden ortaya koyan bir sergi değil. Burda, bugünün gözlükleriyle, yapılan işlerden parçalar alıp, onları yenileyerek diyalog oluşturma var.

Serginizin şiirlerinizden kurgulandığı belirtiliyor. Biz sizi kitaplarınız ve sanat üzerine yazılarınızla biliyoruz ancak şiirleriz olduğunu bilmiyorduk. Öncelikle şiirle olan bağlantınızı anlatabilir misiniz?

1979’dan beri İstanbul’da sürekli sergilerim oldu, eleştiri yazılarını da sanatçı olarak yazdım. Eleştirmen kimliği taşımadım. Şiirlere gelince başından beri şiir yazmadım. 1994’te ilk sanatçı kitabı ve enstalasyonumu yaptığımda, New York’ta yaşıyordum. ‘Manuscript 1994’ için birşeyler anlatmam istenmişti. Bu iş, bir yönüyle o kadar içe bakan ve kendimi sorgulayan bir iş ki onu anlatmak niyetiyle ortaya şiir çıktı. Sonuç beni çok tatmin etti. Çünkü ‘Manuscript 1994’ öyküsüz görsel bir metin. Şiir de görselin üzerine gelen bir ses oldu. Şiiri bir iç ses olarak düşünüyorum. Şair olarak değil, yaptığım projelerin sesini sözlere döktüm diyebilirim.

Yani serginizle şiirlerinizin bağlantısı noktasında kısaca ses diyebilir miyiz?

O bağlantı bir iç ses. Sergide de o ses dolanıyor. Ben genellikle bir projeyi diziler halinde üretirim. Dizilerimde ritim önemli bir elemandır. Tüm projeyi gördüğünüzde o ritmi bulursunuz. Burada da o ses dolanıyor.

Peki ödünç nesneler neye göre seçildi?

‘Children of Paradise’ Amerika’da yaptığım bir iş, burada hiç sergilenmedi. Bu sergi için ona gönderi yapan parçalar da ürettim. Bu işimde kapitalizmin ve tüketim toplumunun cinsiyet ve yaş ayrımı yapmadan insanlar üzerinde yitirici yok edici etkisini yeme-içme ve eğlence magnetleri arasında bebekler üzerinden anlatmıştım. Bu işin yapım tarihi 2000 yani 11 yıl önce ama durumun vehametinin artan bir ağırlıkla bugün devam ettiğini görüyoruz. ‘Artemis’ 1995’te Efes’te yer alan bir proje için yaptığım iki enstalasyondan biriydi, bayraksı bir heykel. Oldukça feminist bir yaklaşımla kadın kimliğini işlemiştim. Bugün hala yaşamımızda kadının konumu ve durumu en önemli problemler arasında. Sergide orijinal işe gönderi yapan ama farklı biçimde yeni bir iş ürettim. Efes’teki heykel dış mekandaydı. Burada galeriye sıkıştığında anıtlaştıran bir algılama getiriyor. Bu tür gidip-gelmelerle yeni sorgulamalara, yeni yorumlara açmak istedim.

Katalogda sergi ile ilgili ‘yeni bir hikaye oluşturulduğundan’ bahsediyor. Bir bütün olarak bakarsak ‘detaylar üzerinden yeniden oluşturulan serginin’ hikayesi nedir?

Telefon fotoğrafı öyküyü genel olarak anlatıyor diyebilirm. Üzerinden kamyon geçmiş çöplükte bulduğum bir telefon., Başyapıtlarımdan birisi. Duvarımda hep asılıdır, sergide fotoğrafı var. Dikkatli bakarsanız, inanılmaz bir tarihselliği var.


15 Nisan 2011 Cuma

'Yapmak istediğim tamamen mekan algısını değiştirmek'

Peter Kogler, Dirimart’da açtığı ve mekana özel tasarladığı çalışmasıyla yüzeyleri farklılaştırıyor ve algılarımıza sesleniyor. 10 Mayıs’a kadar sürecek olan sergide izleyici, galeriye girdiğinden itibaren çalışmanın bir parçası oluyor. Sergi ile ilgili Kogler ile bir görüşme yaptık.


Hülya Küpçüoğlu/Haber Turk Gazetesi 12 Nisan Salı


1980’leden beri bilgisayar kullanarak çalışmalar yapıyorsunuz, öncelikle bunu konuşmak isterim…


1984’ten beri bilgisayar kullanıyorum. O yıllar insanların bilgisayarlar hakkında yeni yeni bilgilerinin olmaya başladığı dönemlerdi. Mouse da yeni gelişen bir aparattı. Ben o zamandan beri bilgisayarı sanatımda kullanmayı tercih ettim. Grafik sanatlar için kolaylık sağlayan bir yanı vardı. Nasıl bazı sanatçılar fırçayı tercih ediyorsa ben de bilgisayarı tercih ettim. Çünkü benim için farklı bir enstrümandı.


Kısaca bilgisayarla ilgili geçirdiğiniz o süreci nasıl tanımlarsınız?


İlk kullandığım program da bir takım ikonlar vardı. Onları tıkladığında fırça gibi kullanabiliyordunuz. Ve onu kullanarak çok farklı şeyler yapabiliyordunuz ama şu andaki teknolojiye göre de eksiklikleri doğal olarak vardı. Mesela istediğimiz ölçüde print alamıyorduk. Bu yüzden de çok deneyimsel bir süreçti.


Bilgisayar kullanmadan önce yaptığınız işlerinizle hangi noktalarda bağlantılar kuruyorsunuz?


Aslında benim bilgisayardan önce ve sonra yaptığım işlerde aynı mantık üzerinden ilerliyor. 15 sene önce Documenta’ya katıldığımda artık herkes internetten haberdardı ve kullanabiliyordu. Bir anlamda onun görsel iletişim hali idi. Benim işlerim, izleyici ile zamanla, mekanla ve o bulunduğu zamanın kültürel algısıyla da ilişkili. O yüzden hepsi birbirini takipediyor... Her yıl yaptığım sergideki işler, sergilendikleri dönemin kültürel yapısı ve internet teknolojilerinin, çağının insanına getirdiği deneyimlerin görsel hali. İnsan, zaman, mekan ve kültür ögelerini bir arada kullanıyorum ve bu ilişkiyi ifade etmek istiyorum.


Bu noktada işlerinize isim koymamanız nasıl açıklarsınız?


İşlerimin hepsi isimsiz. Çünkü isim koyarak herhangi bir mesaj vermek istemiyorum. Tamamen izleyicinin Dirimart’a geldiğinde, mekana girdiğinde hissettiği şey önemli benim için. Ben onlara ‘bakın dünyada şu oluyor’ demek istemiyorum. Aksine onların işle nasıl bir ilişki kurduğu önemli.


Bu farklı mekansal algılama izleyici için de farklı bir deneyim olacağını belirtiyorsunuz. Olaya izleyici açısından bakarsak, tam olarak neyi hedefliyorsunuz?


Bu yeni bir proje. Ben de izleyicinin neyi deneyimlediklerini göreceğim. Burası bir laboratuar gibi. Bu anlamda deneysel bir çalışma çünkü izleyici mekana geldiğinde mekanı deneyimleyecek ve onunla bir ilişkiye geçecek. Ben de bunu izleyen, gören konumunda olacağım. Zaten benim bu işi sevme nedenlerimden birisi bu deneysel tavrı, izleyiciyi şaşırtmak, onların tepkilerini görmek...


Çalışmanızla algılarımıza sesleniyorsunuz. Dolayısıyla mekan ve algısını sorguladığınızı söyleyebilir miyiz?


Çalışmamda mekanı algılama biçimiyle oynuyorum. Benim eşim mimar. Bu yüzden mimariye de özel ilgim var. Film setlerindeki kurgudan da çoğu zaman beni etkiler. Genel olarak tavan, duvar ve yer düzlemi olarak tek bir modül üzerinde ilerlediğinizde tamamen mekan algısı değişiyor. Ve benim yapmak istediğim de tamamen mekan algısını değiştirmek. Bu anlamda galeri mekanının önemi de ortaya çıkıyor. Çünkü sergileme alanına direkt müdahale ediyorum. Tamamen bana ait özel bir alan oluyor ve yeni bir mimari yaratmış oluyorum.


Karınca veya beyin gibi formları iletişim ağı ile ilişkilendirebilir miyiz?


Dijital sanat yapmaya başladığımdan beri karınca ya da beyin gibi motifleri, ortak görsel dil oluşturdukları için kullanıyorum. Karınca, hareket ve bilgi ile örtüşen bir kavram. Bizim sizinle iletişim kurmamızı sağlayan organımız beyin. Bu motiflerin hepsi dünyadaki iletişim ağlarını destekleyen semboller. Seçtiğim bu motifler tüm kültürlerde var. Hızlı algılanabilen ögeler ve herkes tarafından bilinen şeyler. Bu yüzden eserin izleyiciyle iletişim kurmasını kolaylaştırıyor ve hızlandırıyorlar.


Daha öncede Türkiye’de sergilere katılan bir sanatçı olarak, Türk çağdaş sanatı hakkında neler düşünüyorsunuz?


İstanbul’daki kültürel hareketlenme aslında sosyo-politik ekonomik gelişmelerin de göstergesi niteliğinde. Her şey şu anda gelişiyor ve büyüyor. İstanbul çok hızlı değişiyor. Şehrin ritmi gibi kültür-sanat da çok hızlı bir şekilde değişiyor. Avrupa’dan ve Amerika’dan daha hızlı bir dönüşüm içinde olduğunu görüyorum ve bu tavrı seviyorum. Çünkü sanki İstanbul ‘hadi yürü, hadi hareket et’ der gibi bir tavra sahip. Sürekli ritm içersinde ve bu sanat ortamı için çok ilerletici bir şey.


Eklemek istediğiniz bir şey var mı?


Bugün dünya zaten bir iletişim halinde, o yüzden de tüm dünya 24 saat birbiriyle dialog halinde olabiliyor. Ve benim genelde işlerimde o bilginin o kesintisiz iletişimini gözler önüne sermek istiyorum. İstanbul, herkesin ilgisini çeken, çok karmaşık ve tüm dünyanın iletişimde olmak istediği bir yer. Bu yüzden bu sergiyi İstanbul’da gerçekleştiriyor olmak benim için çok önemli. Bu sergi, aslında özel bir galerinin alacağı risk değil, buna rağmen Dirimart’ın beni destekliyor olması ve benim böyle bir sergiyi gerçekleştirebilmem benim için çok mutluluk verici.

14 Nisan 2011 Perşembe

'Hep gördüğümüz görüntüler belki de görmediklerimizdir'

Maide Bulak, geçtiğimiz haftalarda Olcayart'ta gerçekleştirdiği 'Lejant' adlı sergisinde İo miti ve kent imgesinden yola çıkarak gerçekleştirdiği son dönem yapıtlarını sundu. Resimlerinde tıpkı haritada olduğu gibi yukarıdan bir bakış açısıyla resmettiği eserleri, dinamik bir yapı barındırıyordu.

Hülya Küpçüoğlu

Çalışmalarınızda İo mitinden yola çıkarak kent olgusuna gönderme yaptığınızı söyleyebilir miyiz?

Evet,İo mitinden yola çıkarak kent olgusuna vurgu yapmıştım. İzleyiciye kent panoramasını yansıtarak, bir yolculuk serüveni yaşatmayı amaçladım. Yaşamda oluşan o üstüstelik tarihsel doku,beni mitolojiyle içgüdüsel olarak ilişkilendirdi.Bosphorus’u yaratan bu efsanevi şehirde İo ile birlikte sadece dönüşümün değil, büyük bir yolculukta yeni yaratımların hikayeleri oldu.

Peki çalışmalarınızda şehirdeki karmaşa da ön plana çıkıyor mu?

Şehirdeki karmaşayı resimlerimdeki lekelerin varlığı ile ön plana çıkarttım.Fonda siyahın,grinin onlarca tonunu kullanarak renklerle ilişkiye geçecek şekilde dokular yaratarak tek renk üzerinden varyasyonlara gidip sonu olmayan ama her seferinde mükemmel dediğim sonuçlara ulaştım.Lekeler fonda serbetçe ve organik olarak varolurken soğuk-sıcak renk karşıtlığıyla karşılaştığında,bu kez lekeler dokuyla kaynaşmak yerine birer kolaja dönüştü.
Şehir benim için bedeni ve duyguları olan, katmansal bir olgu.Nasıl ki yaşarken bedeni ve ruhu birbirinden ayıramıyorsak,sadece ruh haliyle de anlatmak eksik olabilir.Ruhsal açıdan değişken,enerjik,süprizli,şaşırtıcı,depresif,karışık,ama bir o kadar dinamik.Bedensel olarak da katmanlı,denizi kadar mavi,sembolleri kadar vurgulu,yüzünde oluşan derin çizgiler kadar net ...

Lejant’ın harita ile ilgili bir terim olduğunu düşünürsek, hangi noktada çalışmalarınızla örtüştürüyorsunuz?

Lejant coğrafik bir terim.Haritada kullanılan özel işaretlerin ve renklerin ne anlama geldiğini gösteren, sağ alt köşede bulunan bölümdür.Her haritanın kullanım amacına göre farklı işaretler kullanılır.Yani haritanın okunmasını sağlar.Lejant tablosunda bulunan bütün semboller yolların,dağların,ovaların,nehirlerin ,ormanların gerçek görüntülerin ifade de yer bulmasıdır .Resimlerimde bütünü anlatan, gerçek görüntüleri nitelendiriyor .Özel, farkedilebilir , algınabilir ve öze indirgediğim imgeler bütünlüğü oldu.Bu bütünlük, yayılımıyla olabildiğince eksiksiz bir görsellik oluşturmak üzere her bulduğunu biriktirmek istermişçesine tek bir çizgiden bir ötekine gider.Sonu olmayan bir girişimdir.Çünkü çizgilerin, noktaların art arda dizilişi sonsuzdur.

Çalışmalarınızda tıpkı haritada olduğu gibi yukardan bir bakış açısının var olduğunu söyleyebilir miyiz?

Bu açının farkedilmesi benim için önemli bir ayrıntı.Eserlerimde bazen dik, bazen yatay açıyla gözlemledim ve resmettim . Bu açısal duruşta,yatay baktığımda mimari dokular ön planda ;dik açıyla baktığımda ise yollar,çizgiler, lejant dilinde işlediğim imgeler ön plandaydı. Sonraki aşamalarda somutun soyuta dönüştüğü anı yakaladım.Soyuta doğru belirsizleşip kendi içinde de kronolojik dizilime ve katmanlara doğru yol aldı .Bu katmanların içinde bulunmak,ilintili olmak,yaşıyor olmak gerekir .

Haritalarda kesin ve net çizgiler, sınırlar vardır, sizin çalışmalarınızda çizginin kullanımı?

Çizgiler içerdiği anlam gücüyle, resimlerimin vazgeçilmez bir ögesi. İnce,kalın,kesik,düz,doğru,eğri,dalgalı çizgilere yineleme ve yön duygusunu da ekliyorum.Bu çoğaltma ve tekrar aşamasında: lejant simgelerini yönsel ifadeye, çizgileri yanyana kullanarak ise hacim, ağırlık, mekan gibi nitelikleri belirledim. Benim için kompozisyonda biçim ve kütlenin oluşması da mimarinin etkisi olarak algılanmalı.Oluşan bu lekelerin üstüne gelen mimari semboller ve çizgiler görsel hafızamdaki imgeler dizilimini yansıttı. Hep gördüğünüz görüntüler belki de görmediklerimizdir.

Bu serginiz bir öncekinin devamı niteliğinde. Bu sergiyle birlikte ne gibi farklılıklar girdi resimlere?

En büyük fark, İo’nun olmaması . Ama bu sergimde İo karakteri yolculuğuna devam etti. Yolculuk düşüncesinde merak etmek, uzaklaşmak, hedefe varmak, seçimleri yaşamak ve belirsiz bir rota izlemekti. Bu belirsizliği yaşarken ve yaşatırken bizi zamanın dışına çıkardı, sonsuzluğa açıldı. Bu kökensel ve özgün yolculuğun çözümlenmesinde,temel niteliklerini de kusursuzlaştırarak gösterir. Yaptığı tercihi veya seçimi sonuçlarıyla yaşar. Ama izleri sonsuzluğa dek sürer. Tek bir varlığın herkesten ayrı tutularak, yaşadığı bu mitin bilinçdışı modeli açıkca saptanabilir.Herkesten ayrı tutarak benzersiz kılar, diğerlerinden soyutlanır ve ayırır onu. Soyutlanmayı resimlerimde de yaşar. İzleri onunla birlikte kurgulayıp süreci oluştururken hem lejantın işaretlerini kullandım, hem de yeni anlamlar yükledim. Mit kahramanı beni eşlikçiliğe davet ederken ,ben de izleyiciye bu davette bulundum.

Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Efsaneler sık sık gerek evrenin, gerekse yerel bölgenin çıkışını açıklama amacını taşır.Yaratılış ve kuruluş efsanesi gibi..Mitolojiler zaman ve yer kavramı dışında devamlılık ve yanılmazlık niteliklerini taşır.Bu nedenle insanlığın ortak mirasını oluştururlar.Yaşadığımız bu şehir de, kültürel bir dokunun katmanlarından oluşan ve eserlerimde de bu bağlantısal durumun aslında bir seçim olduğunu eklemek isterim.

(Maide Bulak röportajı Dekorasyon Dünyası Dergisi Nisan-Mayıs 2011 sayısında yayınlanmıştır)

5 Nisan 2011 Salı

'Koleksiyonumdaki bir eserin benim için maddi değeri yok'

Geçtiğimiz günlerde Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde açılan ‘Savaş, Güç ve İnanç’ başlıklı sergi, Dağhan Özil’in koleksiyonundan seçilen 28 sanatçının 34 çalışmasını müzedeki Arkeolojik eserlerle bir araya getiriyor. 9 Kasım tarihine kadar sürecek sergiyle ile ilgili olarak sorularımızı yanıtlayan Dağhan Özil, koleksiyonundaki eserlere artık maddi bir servet olarak bakmadığını söyledi.

Hülya Küpçüoğlu/Haber Turk Gazetesi 05.04.2011

Koleksiyon yapmaya 80’li yıllarda başladınız…

80’li yıllarda resim alıyor olmak koleksiyonculuk demek değil. 80’li yıllarda resim alıyordum ama orada yalnızca sahip olma tutkusu vardı. Koleksiyon bilinci 90’lı yıllarda oluştu. 90’lı yıllarda soyut resimler toplamaya başladım. Ama bugünkü anlayışta değildim. Bugün koleksiyona giren bir eserin benim için maddi bir değeri yok.

Maddi değeri yok derken?

Pirim yaptığında satayım düşüncesi söz konusu değil. Benim koleksiyonuma almış olduğum esere ben servet olarak bakmıyorum. Servet olarak bakılmadığında 100 bin dolar da verilmiş olsa eser koleksiyona girdiğinde, onu kafamdan siliyorum. Pahalı alınmış, ucuz alınmış önemli değil. 80’ve 90 li yıllarda böyle bir anlayışım yoktu. Bugün milyon dolar eden resimlere o gün 5bin dolara alıcı çıkmıyordu. Ben resimleri hep müzayedelerden topluyordum. Şimdi onların geldiği noktalar belli.

Bir yandan da İslami eserler alıyordunuz…

İslam eserlerini 20-25 yıl önce alıp satıyordum her gelen partinin en iyi örneklerini kendime ayırdım. 500’ün üzerinde eser var elimde ve büyük çoğunluğu, İran’dan gelen seramiklerdir. Kendime ayırdığım İslam eserlerini hep sakladım ama çağdaş eserleri 2005 yılından sonra satmamak üzere topladım.

Ankara’da açtığınız serginin adı ‘Savaş, Güç ve İnanç’. Sizin koleksiyonunuzun İnanç kavramından yola çıkmasıyla ilişkilendirebilir miyiz?

Kesinlikle, zaten serginin doğuşu da öyle oldu. İnanç deyince sadece dini düşünmememiz gerekiyor. Georg Dokoupil odası da bir inanç odasıdır. Odada 12-13 resmi sergileniyor ve şöyle bir inancı yapıyor sanatçı; üretmek istediğinde bir bahanesinin olmadığını ispatlıyor. Evde yanan mumun isiyle yaptığı resim, dolabı açıp meyvelerle yaptığı resim ya da anne sütüyle yaptığı resim, yani inandığınız zaman sanatı üretiyorsunuz. Sanat yapmamak, bilim yapmamak için hiçbir bahaneniz yok İnandığınız zaman koleksiyonda yaparsınız, böyle bir sergi de yaparsınız. İnancı sadece tanrı kavramı ya da din olarak düşünmeyiniz. Koleksiyonun bakışı bu. Ama tabi ki inanç dini inancı da içerdiği için koleksiyonda onunla ilgili de çok fazla eser var. Ama Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde böyle bir ilişkilendirme yok. Dini bir şey yok çünkü müze koleksiyonu tek tanrılı dinlerden önce bitiyor. Bizim koleksiyonumuzda yer alan dinle ilgili resimlerimize müzede eş bulamadık.

Fulya’da sergilediğiniz koleksiyonunuzda tarihi eserler ve çağdaş eserleri eşleştiriyordunuz. Burada ise içinde zaten tarihi eserler olan bir müzeye çağdaş eserler götürdünüz. Bu anlamda zorluklar oldu mu?

Arkeoloji konusunda çok bilgim yok. Bizim koleksiyonumuzda İslam eserleriyle çağdaş sanat eserlerini bir araya getiriyoruz. Orada olay basit. Nasıl basit? Kompozisyonla ya da çağdaş sanat eserinin renk uyumuyla sergileyebiliyoruz. Bizde sadece görsel bir şey yeterken, burada bilgi de gerekiyordu. Müzede,Anadolu da insanın ilk yaptığı taş baltadan 0nbeşbin yıl boyunca geçen tüm serüveni bilmeniz gerekiyordu. Orada tabi ki müze müdürü ve arkeologlar yardımcı oldular. 8 ay boyunca yazıştık ve her gün çalıştık bu sergi için. Hangi çağdaş eserle hangi tarihi eser bir araya gelecek diye tartışarak bulduk. Bunun elbette artıları eksileri olacak. Yurt dışından müzayedelerden de eserler araştırdık. Ve onlara en güzel ne bulunabilir diye araştırdık.

Bir röportajınızda sergiyle ilgili ‘Aslında tüm yapılanların, 30 bin yıl önce yapıldığını görecekler, hiçbir şeyin değişmemiş olduğunu’ demişsiniz…

Bu aslında Picasso’nun bir lafıdır. Bunu söyleyen Picasso, mağara resimlerini gördüğünde ‘hiçbir şey yapmamışız 35 bin yıldır’ diyor. Çünkü Penck’in resimlerine bakıyorsunuz 5000 yıl önce Anadolu’daki duvarlarda var. Tabi ki aynısı değil ama söylemek istediğim böyle bir şeydi.

Yine yaptığınız bir açıklamada yurt dışında bu tür sergileme yöntemini Almanya’da gördüğünüzü söylemişsiniz. Tabi ki bu sergileme biçimi Türkiye için bir ilk. Geleceğe bakacak olursak çağdaş sanatın sergileme biçimi olarak nasıl bir öngörünüz var?

Bizim şöyle bir yanılgımız var genel olarak. 80’li yıllarda çağdaş resme kimse para vermiyordu. O zaman almayanlar için bugünün modası oldu, yarın onun modası geçecek. Bugün çağdaş sanat hız almış durumda. 80’lerde klasik Türk resimleri hız almış durumdaydı. Gelecekte başka bir şey olacak. İslam sanatı örneğin 80’lerde ülkemizde rekor fiyatlara gidiyordu. Ben bugün bir şey alırken modaya uygun olarak değil yarın da sanat eseri mi kaygısıyla alıyorum. İlgi alanım sadece çağdaş sanat değil. Oryantalistler de, hat da, İslam seramikleri de ilgimi çekiyor. Doğal olarak benim yaklaşımım hep bu yönde olacak. Bu paralelliği hep kuracağım. Ben hep bir birliktelikten yanayım çünkü sadece çağdaş sanat eserleriyle olduğunda çok yalnız kalıyor. Bunların hepsi bir arada yaşayabilir. Yeter ki onları konuşturabilelim.

Bir müze kurmaktasınız aynı zamanda değil mi?

Biliyorsunuz ölümlerden sonra her şey dağılıyor. Bir sürü kişi emek veriyor, topluyor. Sonra gelen kuşaklar bunu satıp paraya döndürüyor. Bunu önlemek amacıyla ben bir vakıf kuruyorum. Kurulan vakfa da bu sanat eserlerini bağışlayacağım. Tabi ki vakfın da bu eserleri depolarda değil bir müzede sergilemesi gerekiyor.

Peki ‘Savaş, Güç ve İnanç’ projesinde herhangi bir sponsor desteği var mıydı?

Sponsor olmadan yapılan bir proje. 50 yaşına kadar bu ülkeden alacağımızı aldığımıza inanıyorum. 50 yaşından sonra da vermek gerektiğine inanıyorum. Hiçbir ticari yanı olmayan bir sergi. Katalog da hazırladık. Türkçe olanları müzenin derneğine bağışladık. Geliri derneğe kalacak. İngilizce olanları ise dünya müzelerine, galericilere ve küratörlere yollayacağız.. Bu sergi bizim için bir laboratuar çalışmasıydı. Bunu yaptığımız için sınıfı geçmiş bir öğrencinin coşkusu var içimde.

2 Nisan 2011 Cumartesi

‘Fikir emeği konusunda Türkiye tam bir Teksas’

Genco Gülan İstanbul Galeri Artist’de Rusça ‘Razruşenye’ (Pазрушениe) isimli bir sergi açtı. Sanatçı yapı bozumcu yaklaşımını galeri kavramını ve hızlı ekonomik dönüşümlerin yarattığı kültürel tahribatları sorguluyor. 16 Mart’a kadar izlenebilecek olan sergi ile ilgili olarak görüştüğümüz Gülan sorularımızı yanıtladı.


Hülya Küpçüoğlu


Razruşenye Rusça bir isim. Ne anlama geliyor?

Razruşenye Türkçe yıkım anlamına geliyor. Şahsen bu sözü Perestroyka teriminin tam tersi olarak kullanıyorum. Gorbaçov döneminde Sovyetler birliğinin hızlı dönüşümünde sözcük popüler olmuştu, bugün de şimdiki duruma artık yeni bir isim gerektiğini fark ettim ve Razruşenye’yi buldum. İsmin Türkçeye girmesini de istiyorum, zira biz de ülkemizde çok benzer şeyler yaşıyoruz.

Yıkılmasını önerdiğiniz şeyler nelerdir peki?

Yıkmayı önermiyorum, yıkıyorum. Sergi için Galeri Artist’teki 3 duvarı yıktım. Biraz zor oldu ama değdi. Sergide yıkımdan kalanlar, yıkım aletleri ve yıkma eyleminin kayıtları sergileniyor.

Peki hangi kavramlar ön plana çıkıyor?

Yapı bozum aslında temel kavram. Heykeltıraşlığın kökeninde de benzeri bir mantık var. Heykel yontarken de malzemeyi eksilterek yapıt üretirsiniz. Ben bu yöntemi galeriye uyguluyorum. Galeri mekanının kendisini yapıt haline getirmeye çalışıyorum.

Sergide başında balta olan bir de ‘Meryem’ heykeli bulunuyor. Bu işinizle son haftalarda gündemde olanMehmet Aksoy’un ‘İnsanlık Anıtı’ adlı heykelinin yıkılma durumuna bir gönderme mi var?

Direkt bir referans yok. Ama Mehmet Aksoy saygı duyduğum çok önemli bir meslektaşım. Heykelini kolay kolay yıkabileceklerini düşünmüyorum.

Duvarı yıkarken orak ve çekiç mi kullandınız?

Davetiye görselinde özellikle bu benzerliği kullandım. Sovyetlerin sembolü orak ve çekiç gibi ben de yıkımda sarı metal kazma ve balyoz kullandım. Altın gibi parlayan özel yapım aletler. Kazma ve balyoz kullanmamdaki vurgu bunların günümüzdeki iktidarını göstermek.

Çağdaş sanat alanında kimlerle paralellik kuruyorsunuz?

Üstat Hans Haacke 1993 yılında Venedik Bienal’inde Almanya pavyonunda zemini tamamen kırarak bir yapıta dönüştürmüştü. Benim yaptığım iş de galeri, sergileme mantığının kurgulanması ve sergi biçimleri ile de alakalı. Galerileri müzeleri aslında kimler inşa ediyor, sergileri kimler kuruyor? Biraz bunlara dikkat çekmek istiyorum. Sanat üretiminde emek ve fikir ilişkisi daha karmaşık bir zincirin parçaları…

Emek-fikir ilişkisinin sanatla bağlantısı dediniz, sizce Türkiye’de fikir ve sanat emeği tam karşılığını buluyor mu?

Kesinlikle bulmuyor. Özellikle fikir emeği konusunda Türkiye tam bir Teksas. Artık fikir emeğinin de tartışılması korunması ve değer verilmesi lazım, zaten balyozu parlatmamın nedeni de o...

1990’lı yıllarda yaptığınız ‘Tekrar Yeniden İnşa’ adlı serginize de gönderme yapıyor musunuz?

1996 yılında AKM’de ‘Yeniden inşa’ isminde bir sergi yapmıştım. Serginin sonunda da DAGS Performans Günleri sırasında motorlu testere ile sekiz metrelik Opera dekoru sütunları kesmiştim. Oradaki ana fikir, Türkiye’deki devrimle toplumun dönüşmesi ve zor da olsa, kültürün yeniden üretilmesine çalışılması idi. Burada ise Rusya ve Doğu bloğunun çözülüşünün yansımalarının tartışılması söz konusu. Ama bu durum artık sadece Rusya ile ilgili değil, tüm dünyaya ile ilgili. Yıkımı Türkiye de yaşadı, yaşıyor. Dünya savaşı geçirip bombalanmış olmasa da şu İstanbul’un haline bakın! İstatistiklere yansıyan yüksek ekonomik büyümenin bedeli olarak hem kültür hem de doğa üzerinde ağır bir yıkım var. İthal ikameciliğe rağmen süregelen büyüme rakamlarının aslında cepten yemek anlamına geldiğini anlamamız gerekli artık.

O zaman siyasi ve ekonomik anlamda Türkiye ile bir paralellik kuruyorsunuz?

Kesinlikle. Osmanlı hamamını yıkıp otel yapandan, Roma sarayını yıkıp otopark yapanı anlatmaya çalışıyorum bir dizi mecazın ardına sığınarak.

En son yaptığınız ‘İkizler’ adlı performansla bir bağlantı kurabilir miyiz?

Birbirinden çok farklı gibi görünen bu iki projenin ortak noktaları canlı sanatı (live art) içermeleri ve salon sergisi mantığını tartışmaları.


(Bu röportaj Bosphorus Sanat Gazetesi Mart 2011 sayısında yayınlanmıştır)

"Çıplaklık, cinsellikle direkt bağlantılı değil"

İlke Kutlay, Galeri Merkür'de açtığı ve 31 Mart'a kadar izlenebilecek olan "Superego" adlı kişisel sergisinde, figürlerini yalnız ve gizemli bir ifade ile sunuyor

15 Mart 2011 Salı, 11:34:30

Bir resmin bir sürü hikâyesi olabileceğini söyleyen Kutlay, çıplaklıkla cinselliğin direkt bağlantılı olmadığını düşünüyor.

HÜLYA KÜPÇÜOĞLU/HABERTÜRK

■ Bir süre önce askerlik yaptınız. Askerlik sürecinizin çalışmalarınıza bir etkisi oldu mu?
Askerlik sürecimde resim yapmadım. Doğal olarak düşünmek için, eski yaptıklarımı sorgulamak için, güzel bir zamandı. Döner dönmez yaptığım ilk resim "Yaşlı Adam ve Akbaba" resmi oldu. Eski yaptıklarımın üzerine fazlasıyla bir şeyler koyma isteği ile başladım ve yaptıkça da sorguladım. Kafamdaki şeyi hem yaparak hem de yaptıkça oturtarak geliştirdim. Buserginin konusunu oluştururken, daha önce yaptığım resimleri de göz önünde bulundurdum.
■ Süperego konseptine nasıl geldiniz peki?
Serginin adını koyarken süperego hakkında aylarca araştırma yapmadım. Bu konuda psikoloji eğitimi almış biri gibi konuşmak yerine "o davada daha başka ne işler üretebilirim"in derdi benim için daha önemli. Sizin bir karar verebilmeniz için hem içgüdülerinizle hem almış olduğunuz ahlak kuralları ve onu dengeleyen mekanizmalarla bir şeye yanıt vermeniz gerekiyor. Hareketinizi ona göre ayarlıyorsunuz. Okuduğum bir yazıda hoşuma giden bir ayrıntı oldu. "Toplumumuzda egosundan arındırılmış, egosu alınmış insanlar oluşturuldukça toplumda sadece ve sadece 'şunu yapma, bunu etme kültürü' ile bir eğitim olacaktır" ki zaten şu anda oluşturulmak istenen toplum budur. Figürlerinçıplak olduğu resimlerde figürlerin çıplak olmasının nedeni de bu. Bu figürler erkek ya da kadınolabilir...
■ Ancak kadın figürlerin ağırlıkta olduğu görülüyor...
Öyle, bu estetik bir kaygı. Kadın vücudu bize öyle gösteriliyor ya da biz öyle algılıyoruz. Kadın bedeni ile anlatmak istediğinizi daha rahat ifade edebiliyorsunuz. Kadın vücudu diyoruz ama resimlerde bize estetik olarak sunulan vücutlardan uzak yaşlı ve şişman kadın figürler de var. Yani bu sergidekiçıplaklık direkt cinsellikle bağlantılı değil.
■ Yalnız kalan bu insanlar kim?
Yalnız kalan kişiler 21. yüzyılın bütün insanları. Yalnız kalan herkes. internetin yaygınlaşması, Facebook'un bu kadar yoğun kullanılması, bunların hepsinin ispatı zaten. Facebook'ta 1000 tane arkadaşınız var ama yanınızda 2 tane yok. Doğal olarak yalnızsınız. İnsan olarak baskılar görüyoruz, her baskıda bir yalnızlaştırma var zaten. Toplum yalnızlaşacak ki hep beraber düşünemeyecek... İstediğinizi rahatça söyleyememek de bir yalnızlıktır. Bu resimlerdeki figürler için, şu kişi ya da bu kişi diyemeyiz.
■ Resimlerinizdeki hayvan ve insan figürlerini karakter anlamında eşleştirdiğinizi belirtiyorsunuz...
Kendi resmimde sembolik şeyleri sevmiyorum aslında. Bu hayvanların konulma amacı o ortamın havasını izleyiciye daha fazla yansıtabilmek, figürlere ve hayvanlara baktığınızda birbirini tamamlayan harekette, duruşta, biçimdeler.
■ Yani sembolik bir anlam kazanıyor mu?
Var ama konulma amacı sembolik değil. Baykuş ölümü temsil ediyor veya akbaba şunu temsil ediyor diye değil. Yalnız ve melankolik ortamı yoğunlaştırıyorlar. Aynı zamanda hayvan figürü benim için bir çıkış, tek figürden kurtulup, başka şeylere açmam lazımdı resimlerimi. Resme hikâye yazmayı sevmem ve bir resmin bir sürü hikâyesi olabilir. Ben yalnızca aralığı belirliyorum. Karşıdaki insanın, düşünce ve algı aralığını belirliyorum. Dolayısıyla, hayvan figürleri direkt sembolik değiller.
■ Genel olarak resimlerinizle ilgili fantezi dünyasına göndermeler yaptığınız söyleniyor. Sizce?
Fantezi ile alakası yok. Fanteziyle ilgili bir şeyler yapmaya kalksam başka şeyler yaparım. Bir şeyinçıplak olması onun illa cinsellikle alakası olacağı anlamına gelmiyor.
■ Yani, resimlerinizde erotik göndermeler yok mu?
Erotik bir duruş var ama eski çalışmalarımda daha fazla. Bu yeni işlerimde o kadar ön planda değil. İkinci sergimde yapmaya çalıştığım şey şuydu; zaten internette kendisini sergileyen figürleri yapmıştım. Kendisini sergileyen kızları sergilemiştim. Hatta denilmişti ki "İlke kadınları metalaştırıyor" hayır ben kendisini metalaştıran kadınları resmetmiştim.
■ Etkilendiğiniz başka unsurlar var mı?
Çevremizde etkilenecek o kadar şey var ki... Filmler, müzik, reklamlar ve başka bir sürü görsel şey. O fikirden ya da o estetikten faydalanabiliyorsunuz. Mesela ben resimlerimi yaparken gördüm "Antichrist" diye bir film var. Erotik sahneleri olan bir film aynı zamanda. Sapkın sahneleri var ve İncil'de geçen 3 dilenciden bahsediyor, orada bir sahne vardı, yerde yatan ölümü bekleyen çıplak bir kadın ve yanında üç dilenci. Yani, ceylan, tilki ve karga onun ölümünü bekler halde duruyor. Bu kompozisyon afişlerde de yer alıyor. Filmin o sahnesinden çok etkilenmiştim.