30 Eylül 2010 Perşembe

Gerçeküstü hikâyeler

Recep Batuk, ziyaretçileri fantastik ve esprili bir dünyaya götürüyor


Recep Batuk, Galeri Artist Çukurcuma’da "Sonunda Enerjin Yerine Geldi mi?" başlıklı sergisiyle fantastik ve esprili bir dünyaya götürüyor ziyaretçileri. 6 Ekim tarihine kadar sürecek olan sergide günlük hayatın içinden bakarak farklı imgeleri yan yana getiriyor. Batuk ile radyocu-televizyoncu geçmişini, ressam kimliğini ve sergisini konuştuk.

■ Resim bölümü mezunusunuz ama biz sizi farklı bir kulvardan, yaptığınız radyo ve sonrasındaki 'Siyah' adlı televizyon programlarından tanıyoruz.

O sırada yaptığım programların aslında resimden çok da bir farkı yok. Resimde nasıl izleyici ile kontak kuruyorsak, ekranda veya radyoda da sözle ya da görsel olarak kontak kuruyorsunuz. Bir tanesinde kendini boyalarla tuvallerle ifade ediyorsun, diğerinde stüdyoda mikrofon ya da kamerayla. İkisinin ortak paydası da gözlem. Sanatla uğraşan insanın etrafına odaklanması gerektiğini düşünüyorum. Ülkesine ya da dünyaya dair gözlemler yapması, fikir ve söz sahibi olması lazım. Detaycı yanım ve bunları tuvale ya da radyoculuk televizyonculuk yaparak aktarmam önemli birer materyal. Tabii, buna yaşadığım hayatı daha gerçeküstü yaşama sevdasından yararlandığımı da eklemekteyim.

■ Resimlerinizde görünen dünya oldukça yoğun. Ve konu içinde konu var gibi görülüyor. Bize bu hikâyelerden biraz bahsedebilir misiniz?

Ürettiğim resim, teknik açıdan ekspresyonist olmasına rağmen, tuval yüzeyindeki öyküler ve bu öykü kadrajlarının oluşumunu sağlayan hikayeler tamamen gerçek üstü.... Mesela 'Yeşil Soğanlı Ruh Çağırma Seansı' adlı resim, Akademi döneminde evimizde gerçekleştirdiğimiz ruh çağırma seansları ve buna paralel olarak da ruhumun uçma ve astral bir yolculuğu deneme isteğinden oluşuyor. Bunu ölmek istemişim gibi algılamayın lütfen! Bu bilinmeyene olan merakımdan kaynaklanan bir durum ve bunları bir şekilde resimlerimde yansıtmak istiyorum. Ayrıca bunları yaratırken zaman zaman resimlerime birtakım kahramanların da girdiği oluyor.

■ Mesela hangi kahramanları görüyoruz?

Mesela müzikte, Ultravox, Tears for Fears ya da Depeche Mode gençliğimin en önemli idollerinden. Depeche Mode grubunun 'Enjoy the Silence' adlı şarkısından yola çıkarak grubun en önemli kimliklerinden biri olan Martin Gore’un Galata Kulesi’nin üzerinde uçup İstanbul’u izlemesi gibi. Çocukluğumuzdaki masalsı kahramanlar, Tommiks’ler, Mandrake’ler de şu an yaşadığımız zaman dilimi içerisinde beynimi kamçılayan ve üretmeme neden olan materyaller... Bu kadar çok masalsı kahramanla ilgilendikten ve okuduktan sonra şimdiye baktığımda, hayal gücümün bir hayli geliştiğini görüyorum.

■ Resimlerinizde oldukça detaycı bir yaklaşım olduğunu da söyleyebilir miyiz?

Benim için en büyük avantaj detaycı olmam. İnsanların belki gözden kaçırdığı birtakım skeçler ya da görüntüler benimiçin yapacağım resmin altyapısını oluşturuyor. Bu, zaman zaman beni çok sıkmasına rağmen sanki kendimi bu şekilde ifade etmezsem net olamadığımı düşünüyorum. Günlük hayatta da detaylara çok takılan bir insanım, bunu da resimlerime yansıtıyorum. Aslında bunlar resmin bütününe birer kadraj olarak girip daha sonra tamamını oluşturuyorlar. Kendi içlerinde böyle bir öyküsü ve dinamiği de var. Detaydan vazgeçemiyorum.

■ Serginizin adı 'Sonunda Enerjin Yerine Geldi mi?' Nereden esinlendiniz?

Bir gün atölyede resim yaparken bir arkadaşımla aramızda tatsız bir telefon konuşması geçmişti. Ben de "Şu an telefonu kapatır mısın? Bütün enerjimi alıyorsun" dedim. Karşı taraf 4-5 saat sonra beni tekrar aradığında "Sonunda enerjin yerine geldi mi?" dedi. Tamamen tesadüfi olarak, o sırada yaptığım resimde de enerjisi bitmiş bir Courtney Love figürü vardı. Bu telefon görüşmeleriyle o figür ve o resim birbirini tamamladı ve serginin adı oldu.

(Haber Turk Gazetesi'nde 30 Eylül 2010 tarihinde yayınlanmıştır)

“İSTEDİĞİM ŞEY KADININ KİM OLDUĞU DEĞİL NE SÖYLEMEK İSTEDİĞİ”

Güler ateş İngiltere’de yaşayan sanatçılarımızdan. 1-26 Eylül tarihleri arasında İngiltere’de Leighton House Museum’da Kişisel bir sergi açtı. Sergisinin adı “no past is mine, no future: look at me!”. Sanatçı ile sergisi ve işleri üzerine bir görüşme gerçekleştirdik.


HÜLYA KÜPÇÜOĞLU

Marmara Üniversitesi’ni bitirdikten sonra, İngiltere’ye gidip, sanat çalışmalarınızı orada sürdürmeye başladınız. Öncelikle bir anlamda yaşadığınız bu “göç” hikayesini dinleyebilir miyiz?

Ben Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi üçüncü sınıfı bırakıp İngiltere’ye ingilizce ögrenmeye gittim. Sonra Ingiltere’de eğitimime devam etmek istedim. Londra’da Wimbledon School of Art’ta Resim bölümüne girdim. 2004’te mezun olduktan sonra Yüksek Lisansımı Royal College of Art’ta bitirdim). 2008’den beri Royal Academy Schools’da Video ve Digital Media bölümünde görev yapmaktayım.

İngiltere’yi tercih etmenizin sebebi nedir?

Ingiltere’de okumak istememin en büyük nedenlerinden birisi dışarıdan biri olmak. Insanın kültürüne ve geldiği yere yabancı olması sanat üretkenliği için büyük bir zenginlik. Ayrıca Proust’un bir cümlesini çok anlamlı buluyorum. Proust demiş ki; Yolculuklara çikmanın gerçek keşfi yeni yerler bulmakta değildir, yeni bir göz edinmektetir.’

O zaman genelde çalışmalarınızda yer alan göç olgusunu kendi yaşamınızla da ilişkilendirebiliriz sanırım?

Evet. Ben 10 yaşına kadar Muş’un Varto ilçesinde yaşadım. Politik ve ekonomik nedenlerden dolayı ailem İstanbul’a göç etti. Türkceyi İlkokula başlayınca öğrendim ve İstanbul’da Türkçemi düzeltme şansım oldu. Bu arada anadilim olan Zazacayı da kaybetmeye başladım farklı etkenlerden dolayı. 12 yıl İstanbul’da yaşadıktan sonra İngiltere’ye göç ettim. 11 yıldır Londra’da yaşamaktayım ve şu an yaşadığım yer orası. Bu coğrafi ve kültürel yolculuklar sürecinde tabi ki farklı katmanların bir araya gelmesi benim için yeni açılar ve kimlik oluşturmuştur, bununda kaçınılmaz olduğunu söyleyebilirim. Bu göçler sürecinde farklı dil konuşulan toplumda/kültürde yaşamı ifade etme açısında bazen avantaj bazen de dezavantaj oluşturmuştur. Ayrıca azınlık toplumlarda kadın olmanın verdiği ayrı zorlukların farklı çeşitleri her gün görüyoruz ve yaşıyoruz. Bunu çok iyi yaşadığımı ve yükünün ağırlığını bazen yaptığım çalışmalarda ifade etmeye çalışıyorum. Çünkü bunlar farklı ülkelerde ve kültürlerde yaşayan göçmenlerin gerçek dileğidir.

Çalışmalarınızdaki kadın hep gizemli bir yapı da görülüyor…

Özellikle son iki yıldır yaptığım çalışmalarda kadının gizemli olması çok önemli. Bir kadının kimliğinin gizli olması ve vücut diliyle aldığı formlar ve duruşlar onun duygu ve düşünce yapısını seyircilere iletir. İstediğim şey kadının kim olduğu değil ne söylemek istediği.

Serginin adını da göz önünde bulundurursak, an’ı yakalamaya çalıştığınızı veya konu aldığınızı söyleyebilir miyiz?

Bu sergide yaptığım çalışmaların hepsi performanslar sonucunda oluştu. Bu performanslar sürecinde yaşanan duyguları ve hisleri yakalamaya çalıştım. Performanslar anlık ve o an ne olursa o dur. Onun aynısını tekrar gerçekleştirmek mümkün değildir. Bundan dolayı o anda yaptığım çalışmalar o anı yakalamayı hedefliyor.

Sergi açtığınız mekan söz konusu olduğunda sunulan fotoğraf ve video ile mekan arasındaki diyalog da ön plana çıkıyor mu?

Sergimin açıldığı mekan olan Leighton House Müzesi ayrıca çalışmalarımı yaptığım yer. Nisan ayından itibaren burada residency yapmaktayım ve benim yaklaştığım kavramlardan biri mekana olan tepkimdir. Bu hem tarihsel hem de kültüreldir. Fotoğraflarımdaki ve videolardaki kadın sürekli bu mekanla diyalog halindedir.

Son olarak eklemek istediğinizi bir şey var mı?

Iki yıldır performans sanatçısı, oyuncu ve yazar olan Zoë Simon ile çalışmaktayım. Bu çalışmalar sürecinde Zoë yaptığım işleri daha iyi kavradıkça farklı bir vücut dili oluşturduğunu görmekteyim ve bunun beklenmedik sonuçlar getirmesini ilginç buluyorum.

(Bosphorus Sanat Gazetesi 2010 Eylül sayısında yayınlanmıştır)

“İstanbul ve Ankara, bugüne değin Adana’da yapılanları ya görmezlikten gelmiş ya da yanlış kişiler üzerinden değerlendirmiştir”

Çukurova Üniversitesi’nde görev yapan Muzaffer Tire’yi sanatçı kimliği yanı sıra son yıllarda Küratör kimliği ile de görüyoruz. Geçtiğimiz aylarda Adana’da düzenlediği etkinlikle adından sıkça söz ettiren Tire ile bir söyleşi gerçekleştirdik.

Hülya Küpçüoğlu

Geçtiğimiz aylarda Adana’da büyük bir sergi düzenlediniz. Öncelikle bu sergi nasıl gelişmişti?

Sizin de belirttiğiniz gibi, 5 Haziran 2010 Dünya Çevre Günü Adana ilimiz içerisinde Toyota Onatça Sanat Galerisi’nde ulusal kapsamda 28 sanatçının katılımıyla bir sergi gerçekleştirdim ve küratörlüğünü üstlendim. Serginin kavram başlığını da “yeni eskiler – eski yeniler” olarak oluşturdum. Öncelikle Çukurova bölgesinden sanatçılar olmak üzere; Adana, Mersin, Hatay, Kayseri, Edirne, İzmir, Ankara ve İstanbul’dan değerli sanatçıları bu serginin kavram başlığı altındaki kapsama göre davet ettim. Sanatçılar da eserlerini bu sanatsal kapsama göre gönderdiler. Küratör olarak, eser seçiminde müdahaleci olmadım. Türkiye’de bu kapsamda çalışan birçok sanatçı olmasına karşın, genç ve orta kuşak sanatçılardan eserleri bir araya getirmeye çalıştım. Kolaj, asemblaj, dekolaj…gibi teknikleri farklı sanat disiplinleri ya da disiplinlerarası sanat anlayışı içerisindeki çalışmalarıyla gerçekleştiren sanatçılardan bir zenginlik yaratmaya çalıştım. Sanatsal düşünme biçimindeki çok boyutluluğun ve farklılığın, serginin etkisini, niteliğini artıracağı düşüncesindeydim ve öyle de oldu. Eserleriyle isim oluşturmuş sanatçıları, genç kuşak sanatçılarla bir araya getirerek birbirlerini daha iyi anlama ve tanımalarına olanak sağlamak istedim. Tüm bu gelişmeler Toyota Onatça’nın sahibi ve işadamı sayın Süleyman Onatça’nın “ ben bu mekanda sanatçılara bir yer oluşturmak istiyorum, sanatçılar için ne yapabilirim…” düşüncesini benimle paylaşmasıyla bu sergi ortaya çıktı.


Etkinlik Toyota’nın sponsorluğunda gelişti. Hem de onların adını taşıyan bir sergi salonu açıldı etkinlikle birlikte. Toyota yetkililerini sergiye ve sponsorluğa ikna edişiniz nasıl oldu?

İşadamı Süleyman Bey’in benimle bir görüşme isteğiyle başladı bu gelişmeler. Henüz inşaat halinde bulunan ve yakın zamanda açmayı planladıkları Toyota Onatça Plaza yani iş merkezi’nde, görüşmemiz oldu. Öncelikle bana, yapılan bu iş merkezi hakkında bilgi verdi ve çevreci bir anlayışla tasarlanmış Türkiye’nin 3. büyük akıllı binasını yaptırdıklarını ve ülkemize bu anlamda büyük bir katkı sağladıklarından söz etti. Öncelikle bana 60 m2 büyüklüğünde bir mekanı göstererek, burayı sanatçılar için atelye yapmak istediğini, sanatçıların gelip burada çalışıp çalışamayacaklarını sordu. İhtiyacı olan sanatçıların elbette gelip çalışabileceklerinin olası olduğunu söyledim. Hemen yanıbaşında bulunan 500 m2 büyüklüğündeki inşaat halinde olan mekanı gösterip, “ peki burada sanatsal açıdan neler yapılabilir…” deyince çok heyecanlandım. İlk defa Adana’da bir işadamı “sanatçılar için ne yapabilirim…” diye bir öneride bulunuyordu. Aslında bu potansiyel, işadamı Süleyman Onatça’nın küçük bir girişimci olduğu eski yıllardaki tanışıklığımızda da görülüyordu. Küçük bir boya firması işletmecisi iken, sanatla ilgilenen gençlere küçük bir sergi mekanı yaratmaya çalışmış, yine birlikte kısa bir süreliğine de olsa, cep sanat galerisine benzer bir yer oluşturulmuştu. Şimdi daha da büyük bir mekanda, büyük hayaller oluşturuyordu. Bir sanatçı ve akademisyen olarak halkla ve sanatsever destekçi sermayedarlarla bu ülkenin kültürel ve sanatsal yapısına katkıda bulunmak adına, birlikte çalışmanın önemli bir rol oynadığına inandığım için, önerilerimi sundum. Plaza’nın yapısına uygunluk göstereceğinden ve Adana gibi büyük bir şehirde müze eksikliğini hissettiğimden, çocuklara yönelik “ oyuncak araba müzesi “ veya “ oyuncak müzesi” olabileceğini, bunun yanısıra daha da büyük projelere yönelerek gelecekte temelini atabilecekleri “ çağdaş sanatlar müzesi “ nin Adana’da önemli bir kültürel gereksinim olduğundan söz ettim. Adını da isterlerse “ Onatça Çağdaş Sanatlar Müzesi” olarak koyabileceklerini söyledim. Ayrıca bu mekanda çocuklar için sanatsal çalıştay çalışmaları yapılabileceğini, ama istenirse öncelikle bir sanat galerisi oluşturup, zamanla müze yapılanmasını gerçekleştirebileceğinden söz ettim. Çıkan sonuç; öncelikle o mekanın “ Onatça Sanat Galerisi “ olarak gerçekleşmesi ve ilk serginin de binanın yapısına uygunluk taşıyacak bir konseptle yapılması olarak karar verdik. Serginin öncelikle Çukurova bölgesi sanatçılarından oluşması düşünülüyordu ama zamanla serginin kapsamını aşama aşama genişlettim. Dolayısıyla tüm masraflar Toyota Onatça tarafından karşılanır duruma getirildi. En son önerim de, bu serginin oluşumu Anadolu’da radikal yani köklü bir değişimi önerdiğinden, sanat dergilerinin editörlerinin de ilgisini çekeceğini düşündüğümden, Rh+ ve Artist gibi önemli iki sanat dergisinin editörünü de davet ettik. Çünkü Anadolu’da işadamlarını bu konularda ikna etmek oldukça güç ve yatırım yapan da parmakla sayılacak kadar az. Serginin küratörlüğünü üstlenerek bir ay süren ve gelecekte de geleneksel olarak gerçekleştirilecek olan ilk sergimizin temelini atmış olduk. Sanat galerisi şehrin merkezine biraz uzak olsa da, Toyota Plaza’nın açılışıyla birlikte gerçekleşen Onatça sanat galerisindeki sergiye ilgi, katılım ve izleyici oldukça kalabalıktı. Afiş, davetiye ve katalog tasarımı Soner Tire tarafından yapılan ve 2000 adet kataloglu olan ve Valinin katılımıyla açılışı olan çok etkili bir sergi gerçekleşti.

Sanırım mekanla ilgili sonraki adım müze… Aradan geçen birkaç ayı da göz önünde bulundurursak, şu anda hangi aşamada?

Evet, müze…Çalıştığım üniversiteye ilk geldiğim yıllarda hayal ettiğim ve daha henüz o yıllarda diğer üniversitelerde oluşmamış müze düşüncesini, ilgili kişilere kabul ettirmekte yalnız kaldığım bir düş… Genç bir nüfusa sahip olan ülkemizin Atatürkçü gençliğine, sanatsal ve kültürel yatırım amacıyla, aynı zamanda tarih ve kültür bilinci oluşturmak, yarının sanatsal kültürüne destek olabilmek adına, gelecekte Onatça Çağdaş Sanatlar Müzesi’nin temelini oluşturacak girişimler için planlamalar yapılmaya başlanmıştır, en azından düşünce aşamasında bile olsa ciddiye alınmaktadır. Araştırmalar yapılıp yönergeler hazırlanmaktadır. Böylesi bir düşüncenin tohumunun atılması bile günümüz yaşam biçimine göre heyecan vericidir. Sizin de bildiğiniz gibi; müzeler, kültürel ve sosyal yaşayışımızın belleğidir. Bu mekanlarda sanatsal kültür üretilir ve paylaşılır. Sanatsal değerlere ulaşmanın yollarını öğrenebilen birey, sanatı farklı yönleriyle algılar, değerlendirir, eserlerini yerlerine koymayı öğrenir ve onu korur. Özgün yapıtı tanıma, müzelere gitme alışkanlığı kazanır, çevresine de kazandırır. Özgün yapıtları görerek, algılarını ve değerlerini yaşamla bağ kurarak geliştirir. Bu nedenle böylesi bir kültürel girişimcilik, yalnızca devlet kurumlarının değil, her işadamının rüyası olmalıdır. İşadamı Süleyman Onatça da, sanata destek ve değer veren diğer önemli işadamlarını da gerek yurtiçi gerekse yurtdışı temaslarıyla inceleyip önemsemiş, hatta bir ara kendisine sözünü ettiğim sayın sanatçımız Hüsamettin Koçan’ın öncülüğünde Bayburt’a bağlı Bayraktar Köyü’nde açılmış olan Baksı Müzesi’yle ilgili araştırma yapıp ilgilenmiş olması da, sevindirici gelişmelerdir. Böylesi örnekler işadamımızın hayallerini biraz daha büyütmekte ve daha büyük mekanlarda içeriğine uygun müze oluşumu gerçekleştirmek isteğinde olduğunu belirtmiştir. Elbette bunlar bilgi, yatırım, yeterlilik ve zaman işi. Dilerim gerçekleştiğinde inandırıcı boyuta ulaşmış olacaktır.

Son yıllarda sadece Adana’da değil, başka illerimizde de sanat anlamında oldukça yoğun bir yapılanma olduğu görülüyor. Siz bu yoğun hareketliliği neye bağlıyorsunuz?

Üzerinde durduğunuz konu çok önemli Hülya Hanım. Adana için bu gelişim son yıllara ait bir olgu değil. Ama ne yazık ki, metropol sanat çevresi yani İstanbul ve Ankara, bugüne değin Adana’da yapılanları ya görmezlikten gelmiş ya da yanlış kişiler üzerinden değerlendirmiştir. Özellikle de sanat eleştirmenleri ve sanatçılarımız, sanat adına yapılan çabaları ve etkinlikleri gözümün önüne getirdiğimde, kimi çabalarım boşa mı gidiyor acaba dedirtiyor kendime. Çünkü sizin yaptığınız bir etkinliği bir başkası yaptığında olumlu, ama siz yaptığınızda “daha erken olmalı “ deniliyorsa burada önyargı vardır, duygusaldır. Hangi engeller, güçlükler aşılarak o etkinliklere ulaşılmıştır, bilmeden anlamadan bir yaklaşımdır tüm bunlar…Son yıllarda sanat anlamında oldukça yoğun bir yapılanma Genel bir değerlendirme yapacak olursak, şu etmenler karşımıza çıkacaktır. Birincisi devlet kurumları yani belediyeler, valiliklere bağlı kültür müdürlükleri, üniversiteler…ikincisi özel kuruluşlar, müzayedeler, sanat galerileri, sanat dernekleri, sanayici-girişimci-yatırımcılar ve üçüncüsü kişisel olarak bu kurum ve kuruluşlarla bağlantı kuran ve lokomotiflik yapan sanatçılar ve sanat eğitimcisi akademisyenler, sanat yazarları, kültürel ve sanatsal etkinliklerin hareketlenmesinde etkin rol oynamaktadırlar. Bu yoğunluk gereksinimden kaynaklanmaktadır. Sanatın metalaşması, koleksiyonculuk, politika, sanatsal rekabet gibi unsurları da maalesef istemediğimiz bir biçimde içermektedir ve kirletmektedir. Sorulduğunda, hepsi de kendine göre iyi niyetli çabalardır. Fakat bence en önemli unsurlardan biri sanat metropolü olan İstanbul ve Ankara illeri dışında kalan; yerel ya da taşra kabul edilen illerdeki hareketliliğin nedeni, birikimli sanatçıların metropollerin dışında da destek aramaları ve zaman zaman da köstek olunmalara rağmen bu destekleri bulabilmeleridir. Yani bu ortamları, inandırarak, büyük çabalarla yaratmalarıdır. Onun için önemli sanatsal çabaları dikkatle izlemek gerekir. Dışarıdan görüldüğü kadar kolay olmamaktadır. Kimi küratörler,hem sanatçıya müdahaleci olup ve bunu bir kazanç kapısı olarak sürdürürken, kimileri de metropole ulaşamayan sanatseverlere bir sanatsal hizmet olarak yardımcı ve lokomotif olmaktadırlar. Ülkenin her yerindeki sanatçı ve sanatsever her kimlik, metropolde yer alamayacağına göre, yerel ya da lokal kabul edilse bile, kendi yaşamı içerisine sanat etkinlikleri programlayarak ve ülkenin her bölgesinden sanatçıları bu etkinliklere davet ederek, yerel görüntüden uzak, o kentin kültürüne katkıda bulunup, sanatı topluma yaygınlaştırıp sevdirmeye çalışmaları görülmektedir. Nedenleri ne olursa olsun, sanat metropolü İstanbul ve Ankara dışındaki sanatsal etkinlikler açısından hareketlilik, Anadolu’da sanatsal bir devrim olarak görülebilir.Metropoldeki sanatçıların da Anadolu’ya yüzünü dönmeleri ve ekonomik şartların da sağlanmasıyla, hareketlilik kaçınılmaz olmuştur. Güzel sanatlar eğitimi veren kurumların da artışı, ilgiyi biraz daha çoğaltmıştır. Okullaşmanın yanısıra Bilişim ve iletişim çağını yaşadığımız dönemde kitle iletişim araçlarının da yoğun kullanımıyla sanatsal birikim, deneyim, algı ve çözümlemeleri de hızlanmıştır. Sanatçılar ve sanatseverlerin iletişimleri, etkilenimleri ve paylaşımları kent olgusu içerisinde kolaylaşmıştır. Sanat metropollerine ulaşamayan birey, kendi sanat aktivitelerini yaratmaktadır.

(Bosphorus Sanat Gazetesi 2010 Eylül sayısında yayınlanmıştır)

10 Eylül 2010 Cuma

Çağdaş Türk resmi Çin'de

Bu yıl 9 - 12 Eylül arasında düzenlenecek Şanghay Uluslararası Çağdaş Sanat Fuarı’na Türkiye’den Çağla Cabaoğlu Sanat Galerisi katılıyor. “Hayat Ağacı” başlığı altında, Türkiye’den farklı kuşak ve farklı disiplinlerden 17 sanatçının bu fuar için özel olarak hazırladıkları 100’ün üzerinde çalışmaları sergilenecek. Bu yıl 30 bini aşkın kişinin ziyaret etmesi beklenen fuarla ilgili olarak galerinin sahibi Çağla Cabaoğlu ve küratör Nilgün Yüksel ile görüştük...

Hülya Küpçüoğlu

■ 'En iyi galeriler' bölümünde katılıyorsunuz. Fuar için ne gibi hazırlıklar yaptınız?


Çağla Cabaoğlu: 17 sanatçının 119 eserini sergileyeceğiz. Türkçe / İngilizce / Çince dillerinde basılan “Arttack” adlı yayını da bu fuar için hazırladık.

■ Sergi konsepti Hayat Ağacı. Konseptin çıkış noktası nedir?

Nilgün Yüksel:
Farklı kuşaklardan, deneyimlerden gelen ve çok farklı üsluplarla çalışan sanatçılar bir çatı altında toplanmıştı. ‘Hayat Ağacı’ onları birleştiren bir simge temelde. Üstelik birçok çağrışımı olan bir simge. Anadolu ve dünyamirasından yola çıkarak sanatçının kişisel deneyimlerine kadar uzanan bir öyküyü ifade etmenin yoluydu hayat ağacı. Öte yandan, bu imge, İran’da da Çin’de de Anadolu’nun Yunanmedeniyetinden Selçuklu kültürüne uzanan süreçte de sıkça karşımıza çıkmakta. Bu açıdan gittiğiniz birçok yerde benzer anlamları var ve plastik sanatların evrensel diliyle de kaçınılmaz bir bağ kuruyor.

■ Sanatçı seçimlerinde neyi göz önünde bulundurdunuz?

ÇC:
Galeri portföyünde bulunan sanatçıların dışında bu proje kapsamına girebilecek farklı kuşaklardan sanatçıları da dahil ettik. Aslında listemizde 30’un üzerinde sanatçı vardı. Fuar alanı ve şartlardan dolayı 17 sanatçıyı götürebiliyoruz.

NY: Küratöryel çalışmalarda genelde sanatçılara belirlenen konsept çerçevesinde iş üretmelerini önermek ya da konsepte göre seçim yapmak alışıldık bir durum. Biz burada farklı bir yoldan gittik. Sanatçılarımız belliydi. Üsluplarını biliyorduk ve çerçeveyi sanatçılardan ve eserlerden yola çıkarak oluşturduk.

■ Çağdaş Türk sanatı son yıllarda oldukça aktif. Genel bir değerlendirme ile oluşacak yeni köklerin nerelere gideceğini düşünüyorsunuz?

NY: Çağdaş Türk sanatı oldukça genç, taze ve dinamik bir yapıda. Türkiye’de yapılan güncel üretimleri daha sıklıkla dünyanın herhangi bir yerinde konumlandırabiliriz. Sanırımbu konuda bir özgüven oluşturabildik. Sonuçta Türkiye’de ciddi bir potansiyel ve enerji var. Enerjiyi sonuna kadar hapsetmek olası değildir.Mutlaka patlayacak bir yol bulur.

■ Sponsordan destek aldınız mı?

ÇC:
Bu projeyi kendimize gerçekleştirdik. Önümüzde yine bu çapta gerçekleştirmek istediğimiz projeler için, daha organize sponsorlar ve devlet fonları ile hareket etmek hedefindeyiz.

NY:
Van Gogh ya da Kafka çağında yaşamıyoruz. Keşfedilme hikâyelerinin yerini büyük projeler, ekip çalışmaları ve bunların arkasında duracak sponsorlar ile devlet desteği aldı. Kişisel başarılar önemli, ama kişisel başarıların toplamının yarattığı sinerji daha önemli. Sadece ülkenin tanıtımı ve saygınlığı adına daha çok sanatçı ve proje desteklenmeli. Kendinizi iyi ifade edebilmek için bir vizyon oluşturmanız gerekiyor. Bu vizyonun yolu da sanattan geçiyor.

(10 Eylül 2010 Tarihinde Haber Türk Gazetesi'nde yayınlanmıştır)

1 Eylül 2010 Çarşamba

“Türk Galericiler Artık Yabancı Galericilerle Ortaklık Kurmalı”

Yahşi Baraz, Türk resim sanatında galerici ve koleksiyonerlik dışında sanatçıları desteklemesiyle de adından sıkça söz ettiren simalardan. Şu günlerde de Galetea Sanat Galerisi’nde Eylül’ün 20’sine kadar izlenebilecek olan küratör Duygu Uyar tarafından hazırlanan “Yahşi Baraz Koleksiyonundan Seçki” sergisi gündemde. Yahşi Baraz’la Koleksiyon sergisinden yola çıkarak Türkiye’de koleksiyonerlik ve sanat piyasası ile ilgili bir görüşme yaptık.

Hülya Küpçüoğlu

Geçtiğimiz günlerde sizin koleksiyonunuzdan derlenen bir sergi açıldı. Daha önce eğer yanılmıyorsam küratörlerle çalışmadınız. Genelde siz düzenlerdiniz. Bu sefer Duygu Uyar adlı küratör arkadaşımızla çalıştınız. Bunun oluşumu nasıl gelişti?

Galatea Sanat Galerisi Türkiye’nin tanınmış galerilerinden birisi. Duygu hanım bağımsız bir sergi yapımcısı olarak bana bir teklif getirdi. Ben de memnuniyetle kabul ettim. Çünkü koleksiyon duragan bir şey değildir. Kendi içinde mesela hatalı alınan resimler olabilir. Çeşitli nedenlerle el değiştirebilir. Ve aynı zamanda toplayan kişilerin bu koleksiyonları göstermesi gerekir. Sanatı geniş halk kitleleri ile tanıştırmak, sevdirmek gerekir. Biz de o nedenle bu sergiyi yaptık.

Peki karşımızda nasıl bir seçki var?

Burada bir ön çalışma yapıldı. Küratörün gelip seçtiği resimler. Daha çok kendi beğenilerine uygun olarak yaklaşık 32 tane resim seçildi.

Biz sizin sergiler düzenlediğinizi, sanatçıları desteklediğinizi ve koleksiyonerlik yaptığınızı biliyoruz. Türkiye’de koleksiyonerliğin oldukça geç gelişim gösterdiğini düşünürsek, şu anda nasıl bir profil görüyorsunuz?

Biz de 400-500 senelik bir gecikme ile koleksiyonculuk başlamıştır. Özellikle Osmanlı döneminde sarayın desteğini saymazsak, resim koleksiyonculuğu 1950’den sonra başlamıştır. İlk koleksiyoncu da benim gördüğüm kadarıyla Kemal Erhan’dır. Sonraki yıllarda çok değişik isimler geldi. Bu isimler Türk resim sanatına sahip çıktılar. Yatırımlar yaptılar. Koleksiyonlarını teşhir ettiler. Ve giderek özellikle 70’li yıllarda galerilerin aktiviteye başlaması nedeniyle de bu ivme çok hız kazandı. Hiçbir kurumun yapamadığı tanıtımı biz Türk galericileri yaptık. 1937 yılında kurulmuş bir Resim Heykel Müzesi düşünün ama çok atıl, ilgisiz bırakılmış ve yıllarca varla yok arasında devam ederken bizim sanatçılar da hak ettikleri değeri kazanamamışlar. Fakat bizim açtığımız sergilerle ve tanıtımlarla Türk alıcısının dikkatini çekerek 70’li yıllardan itibaren çok büyük bir ivme kazanmıştır. Hatta 2000’li yıllardan itibaren de bu birikim özel müzelere dönüşmüştür. Fakat Türkiye’de müze sayısı yeterli değildir. Yani 70 milyonluk bir nüfusa göre baktığınız zaman Türkiye’de en az 300 civarında müze olması gerekir. O müzelerde çok yetkin kişilerin çalışması gerekir. Müzecilik dünyanın en zor mesleklerinden birisidir. 1980’li yıllardan sonra Japonya’da yüzlerce müze açılmıştır. Bizim biraz Japonya’yı etüd etmemiz gerekir. Japonlar nasıl yaptı? Daha müzeler kurulmadan İngiltere, Almanya, Amerika’ya öğrenci gönderdiler ve müzecilik eğitimi aldırdılar. O kişiler tekrar ülkelerine döndüler ve kurulan müzelerde görev aldılar. Bir taraftan da yine Japonlar dünya çapındaki müze müdürlerini kendi ülkelerine davet ettiler. Otomatikman o birikimli olan kişiler Japonya’ya giderek eğitim yaptırmıştır. Aynı şeyi Türkiye’nin yapması gerekir. Nasıl Sanayi-i Nefise Mektebi (Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniverstesi) kurulurken yabancı hocalar getirildi, nasıl Tatbiki Güzel Sanatlar Akademisi (Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi) kurulurken yurt dışından hocalar getirildi, müzecilikte de böyle olması lazım. Aslında dünyanın önemli müzelerinin burada şube açmalarının sağlanması gerekir. Devletin, şube açacak dünyaca ünlü müzelere ücretsiz arsa vermesi ve vergi muafiyeti getirmesi gerekiyor. Bu şekilde kurulan bağlantı ile Türkiye’deki müzeler uluslar arası müzelerle daha kolay bağlantı kuracaklardır. Gelecek müzeler hazır bir mekanizma getirecekleri için her şeyin sıfırdan yapılması gibi bir durumla da karşılaşılmayacak 20-30 yıl gibi kısa bir sürede Türkiye dünya müzeciliğiyle aynı seviyeye ulaşacaktır. Şu an Türkiye’de müze idare edecek valörde insan yetişmemiştir.

Nasıl bir müzecilik?

Donanımlı nesiller yetiştirmek lazım. Türk müzeciliğinde çok yetkin durumda olan otorite sayılacak bir müzeci henüz yoktur şu aşamada. Ama bundan 10 sene 20 sene sonra çıkabilir. Onun hazırlık aşaması olarak zenginlerimizin bazı gençlerimize müze eğitimi yaptırmaları lazım yurt dışında. Eğer bunu yaptıramazsa 20 sene sonrada bugünkü gibi bocalama durumu olacaktır. Çünkü bu zaman isteyen bir şeydir. Dünyada en zor şey kültür ve sanat birikimidir; ayrıca yeni müzelerin açılması veya açılacak olması birçok sanatçının yapıtının bu müzelere girmesi demek oluyor. Bu gelişim sanatçılara fayda sağladığı gibi bilgi ve beceriye sahip yeni küratörler ve yeni sanat tarihçilere de o çevrede iş sahası açıyor. Bu yönden bakıldığında Türk sanatı her yönüyle katlanarak büyüyecektir.

Hazır sizi yakalamışken, resim piyasasını sormamak olmaz. Geçen yılki hareketlilikten sonra siz resim sanatı piyasasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

2009 senesinde Türk resim fiyatlarında rekor kırılmıştır. 1970-80 dönemi resimlerine sahip olanlar çok büyük bir servet kazanmışlardır bir sene içerisinde. Bu ivme devam edecektir. Fakat her sene böyle büyük bir katlanmayla gideceğini de düşünmemek lazım. Çünkü Türk resmi henüz evrensel boyutta koleksiyoncuların ilgi alanı içerisinde değildir. Türk galericiler yabancı galerilerle ortaklık kurmalı, onların sanatçılarıyla burada, bizim sanatçılarımızla orada sergiler açılmalıdır. Bu şekilde uluslararası pazara girilebilir. Türk sanatı burada sadece Türk koleksiyoncusu tarafından alınıp satılan bir konumdadır. Onun için son 30 yılda Batılı sanatçılarla mukayese ettiğiniz zaman mesela 1960’lı yıllarda 3000 dolar olan Türk resmi bugün 30 ya da 50 bin dolara gelmiştir. Ama Amerikalı bir sanatçının 20 milyon dolar olmuştur. Yani arada çok büyük bir fark vardır. O farkın sebebi de orada kurulan yeni müzeler ve koleksiyonerlerin çoğalmasıyla bilinç ve milli gelir düzeyinin yüksek olmasıdır.

Sizce bu fark nasıl kapatılır?

Bu ancak Türkiye’nin ekonomisinin gelişmesi ve kültürünün artmasıyla ilgili olan bir şeydir. Batı bununla yüzyıllarca uğraştığı için bugün rahatlıkla bu fiyatlar ödenmekte ve sanatçılara da sahip çıkılmaktadır. Bizim bunu son 30 sene içinde hızlı bir şekilde kapattığımızdan eminim. 2. Alternatif Türkiye artık dünyada öne çıkan bir konuma gelme eğilimi göstermektedir. Çünkü enerjisi yüksek bir durumundadır. Nüfus olarak, eğitim yapmış bireyleri olarak, kurulan üniversitelerle beklenmeyen bir gelişme olabilir. Şayet Türkiye, Avrupa Birliği’ne girerse bir anda fiyatların 300-400 bin dolar olacağından eminim. Oralarda başka bir standart başlıyor. Bu aynı şekilde İspanya veya Portekiz’de de oldu. Çünkü AB’ye giren ülkeler 100-150 milyar dolar yardım aldığı için bir anda standartları çok yükseldi. Şayet böyle bir şey olursa bizde de yükselecektir. Ama AB’ye girilmeyebilir de. Girmeden de Türk resmi gelişebilir. Çünkü bizim politikalarımızda çok büyük değişiklikler var. Başka ülkelerle temaslarımız devam ettiği için bir şekilde Türkiye kendisini kurtaracaktır. Ancak, siyasi olaylardaki belirsizliğin çok olumsuz etkisi olduğuna inanıyorum. Şayet iş adamları önünü görebilse, bir barış yapılabilse, etnik çarpışmalar gibi ilkellikten kurtulabilirsek o zaman Türkiye’de çok daha başka bir gelişme olacağına inanıyorum.

Yahşi Bey uzun zamandır sergi düzenlemediğinizi görüyoruz. Neden?

Bunu bana hep soruyorlar. Benim açtığım sergiler Türk resim sanatına çok büyük ivme kazandıran sergilerdir. O süreklilik çok önemli bir şey ama bir süre sonra açtığınız sergilerden sonra belki biraz biçim değiştirdi. Danışmanlık yaptığım birçok çalışma var. Yine sanatın içinde olarak hayata devam ediyorum. Arşiv yapıyoruz, sanatçıları tanıtan çalışmalar yapıyoruz, kütüphanemizi geliştiriyoruz. Özellikle de Plastik sanatlar arşivine önem verdik. Son 35 senedir yaptığım etkinlikleri yani kendi kendimi de dokümante etmeye çalışıyorum. ‘Sanat Müzeleri’ adlı bir kitabın da hazırlıklarını yapıyoruz. Ayrıca Oğuz Erten, arşivimden yararlanarak 1873 yılında Şeker Ahmet Paşa’nın bu coğrafyada açtığı ilk resim sergisinden başlayarak Türk sanatına yön veren sergileri ve benim açmış olduğum büyük sergileri konu edinen geniş kapsamlı bir çalışma hazırlıyor. Bu kitapların yayınını da kısa zaman içerisinde yapacağız.

(30 Ağustos 2010 tarihli Haber Turk Gazetesi'nde yayınlanmıştır)

“Farklı Olan Sevilmiyor”

Fırat Arapoğlu Ankara’da Cermodern’de geçtiğimiz günlerde açılan “Kimlikler Lütfen” sergisinin küratörü. Farklı kuşaklardan yaklaşık 20 sanatçının katıldığı sergi, kimlik ve farklılıklar üzerine odaklanıyor. 17 Eylül’e kadar izlenebilecek olan sergi ile ilgili Arapoğlu ile sergiden yola çıkarak Türk sanat ortamını da içeren bir söyleşi gerçekleştirdik.

Hülya Küpçüoğlu

“Kimlikler Lütfen” derken, belli bir genelleme yanında oldukça bireysel bir yan da ortaya çıkıyor diyebilir miyiz?

Elbette, tekil düşüncenin var olmadığı bir çoğulluk, zaten, bu serginin tam da karşısında olduğu bir olgu. Bu sergi arzuladığım ve sanatçılarla kesiştiğimiz ölçüde “farkılaşmaların”, farklılıklar noktasındaki “aynılıklarımızı” ortaya koyduğunun bir göstergesi. Söz gelimi sergide, 21 sanatçı var farklı coğrafyalardan ya da coğrafyayla ilgili sorunsalları bulunan; Londra’dan Ergin Çavuşoğlu, New York’tan Konstantin Bojanov, İtalya’dan Şükran Moral işleri ile bunu temsil ediyorlar. Öte yanda sanatçı-seyirci ilişkisine dair performans gerçekleştiren İnsel İnal, “El Taş El Taş” çalışması ile kamuoyunda taş atan çocuklar olarak bilinen konuya gönderme yaparken, ekolojik kimlik vurgusu ile Genco Gülan ve “bireysellikten” yola çıkarak serginin kavramsal çerçevesine ve görsel zenginliğine destek veren Orhan Cem Çetin de farklı konularda kimlik konusuna ışık tutuyorlar.

Serginin adından yola çıkarak güncel siyasi/politik bir söylemi de içeri aldığınızı söyleyebilir miyiz?

Sanatın politikayı içerdiğini hatırlatmama gerek yok sanırım. Tam tersi olası değildir, ya da o zaman adına sanat değil, propaganda denilir. Modern sanat ve günümüzün piyasa odaklı yapıları, sanatın sermaye, sınıf çelişkileri, kadın, gay/lezbiyen kimlikleri, göçmen kimliği gibi konuları içermeyeceğini öne sürmüştü ve sürüyor. Ama bu günbegün alaşağı edilen bir önerme. Öte yandan elbette sergi güncel göndermelerde bulunuyor, çünkü kimlik konusu zaten sürekli gündemdeydi, sadece görünürlüğü mümkün olmadı belki olamadı çeşitli zamanlarda, üstü kapatıldı. Ama güncelliği ile beraber geçmişe de vurgu yapan bir yapısı var serginin. Şükran Moral’ın “Bordello” (Genelev) çalışması, hayat kadını kimliği ile sanatçı ve sanat eserinin kimlikleri arasındaki sorunu yansıtıyor. Elif Çelebi bu konuyu farklı bir noktaya taşırken, Didem Dayı “Bizi Bir Başka Dünyaya Hazırladılar” aforizmasıyla, kimliğin inşa edilme sürecini sorunsallaştırıyor. Bunlar, aslında sanatın tarihinden günümüze kadar gelen reel olgular. Ya da Öykü Potuoğlu’nun “Oy-un” çalışması, Anayasa referandumuna giden süreci değerlendiren çalışmalardan birisi olarak sergide yer alırken, güncelliği kadar tartıştığımız 1982 anayasasının süreçlerini de içeriyor.

Kimlik konusunda öncelikle farklılıkların vurgulanması gerektiğini söylüyorsunuz. Toplumbilime ilgi duyduğunuzu biliyorum. Bu noktada böyle bir söylemi egemen olan kültür yapısı içinde nereye oturtuyorsunuz?

Toplumda ve sanatta var olan kimlik sorunları, bugüne kadar analiz edilmedi, ediliyormuş gibi yapıldı ve aslında hiçbir ezberi bozmayan söylemlerle, manipülasyonun kullanımı ile statükocu, egemen kültürel yapı sürdürülmeye çalışılıyor. Bunlar, özgürleşmenin önünde bulunan birer engel ve karşı-taktik. Ama, boş liberal söylemlerin aksine, sınıf çelişkilerinden kaçınılamaz. Bu bağlamda egemen bir ideoloji ve tek-söylemlilik yerine, çoğulculuğa ve demokrasiye dayalı tartışmacı bir sanat ve sanat tarihinin gerekliliğinin öne sürülmesini arzu etmek gerekli. Ancak bu şekilde egemen ideolojinin kurmaya çalıştığı evrensel, tek-kimlikli düzen yerine, çeşitli kimlikler, farklılıklar ve melezliklerden mütevellit bir yapı oluşturulabilir.

Türk sanatında kimlik ve farklılıklar konusunun göz ardı edildiğini söylüyorsunuz. Sizce Türk sanatında çoğulcul ve demokrasiye dayalı tartışmacı bir sanat yakın zamana kadar yok muydu?

Evet yoktu!, istisnalar kaideyi bozmaz. “Ben kadın olduğum için sanat dünyasında hiç sıkıntı çekmedim”, diyen kadın sanatçı, istisna olabilir, ama bu 1974’e kadar akademide tam zamanlı öğretim üyesi olarak çalışan hiçbir kadın sanatçı olmadığı gerçeğini değiştirmez. Bu kimlik tartışmaların ön-belirlenimleri ufak ufak 1980’lerde başladı. Ama asıl vuruculuğunu 1990’lardan itibaren kazanmıştır. Özellikle disiplinlerarası yöntemlerle çalışan sanatçılar ve onların yanında yer alan teorisyenlerle birlikte bu konu görünür kılınmıştır. Bu sergide gördüğünüz sanatçılar da, 1990’ların başından itibaren bu konuları sanatın gündemine getiren isimler.

Bu bağlamda sanat hayatlarını kimlik kavramı üzerinden şekillendiren sanatçıları ne şekilde konumlandırıyorsunuz?

Sanatçının olması gereken yerde konumlandırıyorum. Bu tip sanatçılar, üst-söylemlerin iktidar konumuna “iç-ideolojilerini” teslim etmeyen sanatçılardır. Sanat yaşamlarını kimlik kavramı üzerinden şekillendirmek bu tip bir sanatçının “ötekileşmesine” neden olur ki, asıl sanatçı zaten “öteki” olandır. Bundan dolayı bu işlere soyunan sanatçılar birer “kafir, günahkar, hatta bölücü” olarak nitelendiriyorlar. İşte bu şekilde nitelendirilmeleri bence tam da “olmaları gereken” yer!.

Sanatçının üstlenmesi gereken kimlik olarak Herbert Marcuse’ün belirttiği “iktidarın karşısında olan” sanatçı modelini öneriyorsunuz. Bu noktada Türk resim sanatına bakarsak nasıl bir sanatçı kimliği görüyorsunuz?

Resim özelinde konuşmayayım. Ben sanatçının malzemesi ne olursa olsun düşüncesini en iyi biçimde ifade eden kişi olduğuna inananlardanım. Yeter ki düşüncesini malzemesinde iyi ifade edebilsin. Türkiye sanatı haddinden fazla uzunca bir süre “romantik, naif” sanat dönemini yaşadı – Elbette, kısa bir dönem konstrüktivist etkilenimleri de eklemeliyim. Bu dönemin ardından, çok yakın bir zamandan bu yana sanatın ve sanat tarihinin sorunları ile yüzyüze geldi Türkiye sanatı. Akademi, monolitik kimlikler inşa etmeye çalıştı sürekli, hatta buna hala devam ediyor. Zaten biraz önce dediğim gibi farklılaşanları hemen “bölücü, çılgın” olarak yaftalıyorlar. Olsun, disiplinsizlikleri aslında başarılı oldukları konu. Sanatçı, bence, Türkiye’de üç başlık altında incelenebilir. Birincisi, herhangi bir ideolojiye angaje olmayan oportünistler. İkincisi Marksizm, etnik kimlik gibi birçok kimlik ve farklılık konusundan birazını yapmaya çalışan ama hiçbirinde başarılı olmayanlar. Üçüncüsü, tam olarak “iktidarın karşısında olanlar”. Bu üçüncü gruptakiler toplumdaki “etik” rollerinin bilincinde olarak üretiyorlar ve geleceğin sanat tarihinde onlar yer alacak.

(27 Ağustos 2010 tarihli Haber Turk Gazetesi'nde yayınlanmıştır)

“Popüler moda akımlarını birebir taklit ederek ortaya nitelikli bir ürün çıkmasını bekleyemeyiz”

Çağdaş sanatın önemli temsilcilerinden Ece Deryaoğlu, son yıllarda arka arkaya gerçekleştirdiği sergilerle sanat ortamında adından sıkça söz ettirdi. Önce “Tam Benlik” ardından “Beni Arama” adlı sergileri ile haklı bir yere sahip oldu. Sanatçıyla çalışmaları ve sergileri hakkında gerçekleştirdiğimiz sohbet aşağıda okunabilir.


Hülya Küpçüoğlu


İlk serginiz “Tam Benlik” 2. Serginiz de “Beni Arama” idi. Aynı gibi durmakla birlikte aslında zıt bir tema söz konusu. Bu 2 tema nerelerde birleşiyor veya ayrılıyor?

Aslında bu isimler çok tesadüfi ortaya çıktı. Çok fazla düşünülüp, kafa yorulmuş isimler değil. Dikkat edilirse tema demiyorum. . Çünkü herhangi bir düşünce ya da tema üzerinden çok önceden planlanmış işler değil. Zaman içerisinde çalışıp, ürettikçe ortaya çıkan ve bir isim altında birleşen işler. İlk sergimin oluşumu sırasında şu anda çalıştığım teknikle ilk kez seyircinin karşısına çıkmaya hazırlanırken, yeni bir benle ve içinde daha çok portre ağırlıklı olan ve bu portrelerin hepsinin de ben olduğu bir sergi “Tam Benlik” oluverdi. İkinci sergide ise “Beni Arama” derken, “beni” aramak isminin içerisinde dönüp dolaşırken yaşamın içinde ve yaşadığım yerlerde geçtiğim yollarda, oturduğum sokaklarda yani İstanbul’da “beni” aramak’tı… Ya da aramamaktı ya da başka birisinin beni arama değişiydi ve kendisinin reddedilişiydi.

Özellikle 2. Serginizde kent olgusu ön plana çıkıyor. Nasıl bir birey ve kent ilişkisi?

Kent hepimiz için çok önemli tabi ki, fakat bu sadece evleri sokaklarıyla değil bunların içindeki ayrıntıları ile önem kazanan bir olgu. Gök yüzündeki martısı, bahçedeki kedileri, çiçekleri, böcekleri, denizi hayatımıza anlam katan kenti yaşamaya değer kılan resimlerin içindeki bu bütünlülük, hepsi birbirini tamamlayan ve kendi içinde, doğalında olması gereken birey ve kent ilişkisi.

Kent derken özellikle İstanbul’a dair temaların vurgulanmasının sebepleri?

İstanbul çok güzel bir şehir.Benim de içinde doğup büyüdüğüm ve her zaman çok uzaklara da gitsem döndüğümde “iyi ki bu dünya güzeli şehirde yaşıyorum ve resim yapıyorum” dediğim bir yer. Fakat aynı zamanda dünyaya da yabancı değil. Ben okunması kolay samimi resimlerle dünyanın neresine giderse gitsin aynı dili konuşabilen, yabancılaşmayan aksine biçimsel olarak en ayıklanmış ve yalın haliyle sözünü söylemeye çalışan bu kentin insanıyım.

Resimlerinizde Simgesel bir takım ifadelerin de ön plana çıktığını söyleyebilir miyiz?

Resimlerimde simgesel bir takım ifadelerden çok simgesel gibi gözüken sevdiğim bir takım biçimlerin bir bütün içinde kotarılması var. Mesela hergün Çukurcuma’dan atölyeme inerken en uzakta seyre daldığım Galata Kulesi’nin tepesine bir kuş kondurmak ya da bir kedi iliştirmek, ya da her sabah Şişhane yokuşundan çıkarken izlediğim Haliç manzarasının içine müzisyenleri yerleştirip üzerlerinden bir yangın söndürme uçağı geçirmek. Ve üstelik bu da yetmezmiş gibi bir de köpek iliştirmek bu müzisyenlerin yanına adı Osman olan. Bu görüntülerin hepsi çok ayrı zamanlarda saptanmış, farklı yerlerde bulunan, hepsi çok sevdiğim ve benim için bir anlam taşıyan biçimlerin bir şenlik havasında bir araya gelip renk, biçim ve lekelerle birbirlerini tamamlamalarıdır.

Çalışmalarınızda daha çok kendinizden yola çıktığınız görülüyor. Özne olarak kendinizi sorgulamanızın hatta ön plana almanızın sebepleri neler?

Önce bir mekan, mekanda bir hikaye, hikayeyi tamamlayan sevdiğim biçimler bunların birbirleriyle kaynaşması, renkler, büyük lekesel parçalardan oluşan bütünler, açıklar koyular. Gülen bir yüz, seyirciyle göz teması. Onu resmin içine çekebilmek ya da resmin içindekini dışarı taşırabilmek. Duygularımı seyirciyle paylaşabilmemin en iyi yolu tabi ki ve bu oyunun içinde kendimin de olması. Her zaman planlı ve titiz bir resim yapma biçimini seçen biri olarak benim olmam çok doğal.

Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?

İnsanlar yaptıkları işlerde tüm benlikleri ile içten ve samimi yaklaşımlarda bulunurlarsa, kalıcı bir şeyler yakalayabilirler. Sanatta etkileşim çok normal ve doğal bir olgudur. Ama popüler moda akımlarını birebir taklit ederek ortaya nitelikli bir ürün çıkmasını bekleyemeyiz. Durum ve şartlar ne olursa olsun, sanatla uğraşan insanlar iyi donanımlı ve samimi oldukları sürece her zorluğun üstesinden geleceklerdir. Prensiplerinden vazgeçmemeli ve çok sabırlı olmalılar. Herşey ucuzlayabilir ama en zor yapılan iş olan sanat asla ucuzlayamaz. Bu sadece kendini kandırmak olur. İyi ve özgün olan her zaman kalıcıdır.


(Ağustos 2010 Bosphorus Sanat Gazetesi'nde yayınlanmıştır)

“BÜYÜKÇEKMECE VE KARTAL’DAKİ DENEYİMLERİME DAYANARAK SÖYLEYEBİLİRİM Kİ EVET TAŞINABİLİR SANAT AMACINA ULAŞTI”

Fatih Balcı Taşınabilir Sanat’ta proje gerçekleştiren küratörlerden. Sanatçının önce Büyükçekmece ardından Kartal’a taşınan projesinin adı “Çok Güzel”. Balcı ile yaptığımız söyleşide projenin gelişiminden içeriğine kadar çeşitli görüşler aldık.

Hülya Küpçüoğlu

Öncelikle projenin başlangıcından başlayalım çıkış noktanız ne idi?


Projenin başlangıcı İstanbul Kültür Başkenti etkinlikleri çerçevesinde , bu etkinliğin ruhuna uygun olarak, sanatın tüm İstanbul’a yayılması fikrinden doğdu. Kültür başkentinden bahsedeceksek , kültürün ve sanatın bir alana sıkışmaması gerekir, kültür ve sanat sadece dikey değil yatay olarak yayılmalıdır, çoğalmalıdır. Bu fikirden yola çıktığımı söyleyebilirim

Kültür ve sanatın yayılması derken nasıl bir tablo gözlemliyordunuz?

Genel görünüm içinde sanat ve kültürün bir iki yere sıkıştığını herkes gibi tespit etmiştim... böylece gezen bir sanat sergisi fikri kafamda dolaşmaya başlamıştı, ben projeyi yazmaya başladığımda Beral Madra’nın taşınabilir sanat sergisini adı altında bir proje yazdığını fark ettim ; aklın yolu bir elbet. Bizde böylece bizim sergimiz bu projeye dahil oldu; zaten çok güzel kavramı da bu fikir altında oluştu.

Yani serginin dolaşması ya da dolaşacak olması fikri sizi ilk etkileyen şeydi diyebilir miyiz?

Evet, bir serginin dolaşması fikri beni baştan çıkaran şeydi. Çünkü benim hep hayal ettiğim şeylerden biriydi. Cağdaş sanatın belirli alanlarda sıkışması, onun dışına çıkamaması birçok kişiyi olduğu gibi beni de rahatsız etmiştir. Anadolu’da kotarmaya çalıştığım sergilerde hep bu bağlamada düşünülmesi gerekir. Bu sanatı götürdüğümüz yerler, bunları ne kadar talep ediyor ve sahip çıkar sorusu ise başka bir araştırma ve çalışma konusu

Son yıllarda Anadolu’nun farklı yerlerinde ki buna Çanakkale de dahil bir hareketlilik gözlemleniyor etkinlik sayıları İstanbul dışında da arttı. Siz Anadolu’da gelişen sanat etkinliklerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu sorunun bir iki cevabı var. İlki sanırım İstanbul sanat ortamı artık sanatçılar için yeterli alan açmıyor. Böylece sanatçılar kendilerini var olabilecekleri yeni alanlar açıyorlar. İkincisi İstanbul artık tek merkez değil. Diğer şehirlerde ekonomik büyümeye ve çağın getirdiklerine bağlı olarak sanat ve kültüre daha çok yer vermek istiyorlar bunları talep ediyorlar. Sanat artık aynı zamanda şehirlerin kimliğini, var oluşunu ortaya koyan bir şey. Aynı zamanda bu sosyolojik ve ekonomik bir dinamo olarak da çalışabiliyor, şehirler sanat projeleriyle kendilerini yenileyebiliyorlar

“Çok Güzel” konseptine gelecek olursak?

“Çok Güzel” konsepti başta bahsettiğim gibi, sanat ve kültürün yayılması fikrine paralel ortaya çıktı. Amaç şuydu;Çağdaş sanat eserlerini daha geniş kitlelerin ilgisini çekecek şekilde nasıl oluşturmalıyız? Bazı tespitlerim vardı:Çağdaş sanat dediğimiz çerçeveye genel olarak baktığımızda , bu sanatın köklerindeki bu köprüyü kurmak üzere ortaya çıkmış yönelim ve stratejiler olmasına rağmen bu bağın ya da köprünün koptuğu görülüyor. Çağdaş sanat ortaya çıkış fikirlerinin uzağına düşmüş, daha yalıtılmış, elit bir çevreye sesleniyordu. Bu kendi varlığına uzak düşen bir sanattı, eğer çağdaş sanat anlamlı olacaksa bu bağın kurulması ile mümkündü ama burada bazı paradokslar mevcuttu. Biz bağ kurmak istiyorduk ama sanattan zanaat statüsüne de düşmek istemiyorduk. Bunu nasıl yapmalıydık? Kafamda bu sorular dönüyordu. Öncelikle bu bağın nasıl koptuğuna yoğunlaştım.

Peki bu bağ sizce nasıl koptu?

Bu bağ çağdaş sanatın el becerisi, marifet ve güzel kavramlarıyla olan ilgisini çeşitli nedenlerle yitirmesiyle kopmuştu. Geniş kitleler sanat dediklerinde marifetli ve güzel bir şey görmek istiyorlar. Bu yüzden yapacaklarımız güzel olmalıydı... İlginç olmalıydı... Etkileyici olmalıydı. Böylece kavramımız ortaya çıktı.

Çok Güzel’i biraz daha açarsak?

İstiyorsanız size bu sergi için yazdığım metinden alıntılar yapayım: Modern sanata gelinceye dek sanatsal üretim ve tüketim bu çerçeve içinde hareket eder. Bu çerçeve sanatsal üretim ve tüketimi toplumsal yapı ile sıkı bir bağ içinde tutar. Diğer üretimler gibi sanatsal üretim de belli bir toplumsal yapı içinde ve bu yapı için üretilir.

Modern sanat bu çevrimi dağıtır. Sanat artık belirli işlevleri karşılayan zarif nesneler alanı değildir. O bir entelektüel faaliyet alanı olarak, toplumsal olanla doğrudan bağını keser, hatta toplumsal kabulleri dağıtmaya ve değiştirmeye soyunur. Sanatsal olan artık toplumsallığı yeniden üreten, zihinleri kuşkulardan arındıran bir mekanizma değildir. Tam tersine var olan toplumsallığı dağıtan ve değiştirmek için zorlayan bir alandır. Bu doğrultuda sanatsal alan önce burjuvazinin çevresinde toplumsallığını daraltacak daha sonra gittikçe içine kapanan bir uzmanlık alanı haline gelecektir. Modern sanat bu yeni misyonunu gerçekleştirebilmek için konvansiyonel sanatın biçim ve içeriklerinden kendini arındırıp yeni bir yol bulmalıdır. Öncelikli olarak sanatsal alan yaratmak istediği huzursuzluğu güzel kavramına saldırarak gerçekleştirir. Artık sanat güzel ve zarif nesneler üretmeyecek bunun yerine algıları dağıtan, zihinlerde şok etkisi yaratan “çirkin estiğinin” biçimlerine bel bağlayacaktır. Bugün bu kulvarda sanatsal alan iğrendirme nesnelerine kadar alanını genişletmiştir. Bugün çirkin estetiği istediği şok etkisine ancak daha sert görüntülerle ulaşabilmektedir.

Modern sanatın toplumsal yapı ile ilişkisi sorunludur; sorunlu olmak durumundadır. Modern sanatçılar zaten bunu baştan kabul eder hatta arzu ederler. Ama bu sanatın çelişki içinde var olması demektir. Modern sanat çift kişilikli bir karakter sergiler. Modern sanat bir yandan toplumsal yapıyı görmezden gelirken, diğer yandan tüm eylemlerini onu değiştirmek üzere kurgular, onu hedefler. Sonuç olarak zorunlu olarak görmezden geldiği kitleler onu da görmezden gelmektedir.

Bu bağlamda sanatçıları neye göre belirlediniz?

Sanatçıları elbette bu kavrama uygun olduğunu düşündüğümü kişilerden oluşturdum. Bir taraftan sanatsal seviyeleri yüksek kişiler, diğer yandan el becerileri ve estetik düzeyleri gelişmiş kişilerde seçmeye çalıştım. Bu sanatçılar bir yandan çok etkili görsel sonuçlar yaratırken, diğer yandan sanatsal olandan taviz vermeyen kişilerdi... Elbette ben sanatçılara bu konsepti verdim ve beklentilerimi anlatım, ama sonuçta tüm sanatçılar kendi özgürlü içinde ne istedilerse yaptılar...

Sizce genel olarak taşınabilir sanat amacına ulaştı mı?

Bence ulaştı. Bir çok yere gitti ve ilgi gördü. Taşınabilir sanatın ara yayınlarına bakacak olursak göreceğiz ki onlarca belediye ile anlaşma yapılmış ve yine onlarca önemli proje buralara taşınmış. Bazılarından şöyle bir serzeniş duyuyoruz, bu bence garip ama evet duyuyoruz: Bu taşınabilir sanat artık yetti gibi bir şey, yani çok oldu, her yerden çıkıyor… Ama yıllarca bunun hayalini kurmadık mı? Yani sanatın ve kültürün daha çok yayılması… Şimdi gerçekleşmesine doğru önemli bir adım atılmışken ve bunca emek varken bu tuhaf değil mi?

Sorunuza tekrar gelince Büyükçekmece ve Kartal’daki deneyimlerim dayanarak söyleyebilirim ki evet amacına ulaştı.

Birazda Çanakkale’de gerçekleştirdiğiniz son projeden bahseder misiniz?

Çanakkale 2010 etkinlikleri kapsamında gerçekleşen bir video art çalışmasıydı. Kavram olarak “Barış ve Hafıza” belirlendi. Çanakkale savaşlarla kimliği oluşmuş bir kent. Tüm dünyada Troya ve Çanakkale savaşlarıyla tanınan bir şehir. Ama Çanakkale aynı zamanda barış kenti olmak isteyen, eski savaşlardan bir barış kültürü oluşturmaya çalışan bir şehir yani şehir bu iki kavram arasında salınan bir şehir. Çanakkale bu anlamda farklı hassasiyetler ve düşüncelerinde kesiştiği bir yer. Video sergimizin kavramı bu dengede kurmaya çalıştım. İstanbul’dan ve Çanakkale’den katılımcılarla 13 sanatçının videoları bir araya geldi. “Barış ve hafıza” çok farklı bakış açıları ve tekniklerin bir araya geldiği bir video sergisi oldu. İleri düzeyde sinemasal tekniklerin yer aldığı video çalışmaları olduğu gibi, çok kişisel ve naif kayıtların da buluştuğu bir sergiydi ve söylemek gerekirse video etkinlikler içinde en çok ilgi gören etkinliklerden oldu.

Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Son olarak söylemek isteyeceğim şey ; bu sergiler sırasında bana ve sanatçılara destek veren herkese ve çalışmaları gerçekleştirirken büyük özveri ile çalışan arkadaşlarıma teşekkür etmektir.


(Ağustos 2010 Bosphorus Sanat Gazetesi'nde yayınlanmıştır)