Fırat Arapoğlu Ankara’da Cermodern’de geçtiğimiz günlerde açılan “Kimlikler Lütfen” sergisinin küratörü. Farklı kuşaklardan yaklaşık 20 sanatçının katıldığı sergi, kimlik ve farklılıklar üzerine odaklanıyor. 17 Eylül’e kadar izlenebilecek olan sergi ile ilgili Arapoğlu ile sergiden yola çıkarak Türk sanat ortamını da içeren bir söyleşi gerçekleştirdik.
Hülya Küpçüoğlu
“Kimlikler Lütfen” derken, belli bir genelleme yanında oldukça bireysel bir yan da ortaya çıkıyor diyebilir miyiz?
Elbette, tekil düşüncenin var olmadığı bir çoğulluk, zaten, bu serginin tam da karşısında olduğu bir olgu. Bu sergi arzuladığım ve sanatçılarla kesiştiğimiz ölçüde “farkılaşmaların”, farklılıklar noktasındaki “aynılıklarımızı” ortaya koyduğunun bir göstergesi. Söz gelimi sergide, 21 sanatçı var farklı coğrafyalardan ya da coğrafyayla ilgili sorunsalları bulunan; Londra’dan Ergin Çavuşoğlu, New York’tan Konstantin Bojanov, İtalya’dan Şükran Moral işleri ile bunu temsil ediyorlar. Öte yanda sanatçı-seyirci ilişkisine dair performans gerçekleştiren İnsel İnal, “El Taş El Taş” çalışması ile kamuoyunda taş atan çocuklar olarak bilinen konuya gönderme yaparken, ekolojik kimlik vurgusu ile Genco Gülan ve “bireysellikten” yola çıkarak serginin kavramsal çerçevesine ve görsel zenginliğine destek veren Orhan Cem Çetin de farklı konularda kimlik konusuna ışık tutuyorlar.
Serginin adından yola çıkarak güncel siyasi/politik bir söylemi de içeri aldığınızı söyleyebilir miyiz?
Sanatın politikayı içerdiğini hatırlatmama gerek yok sanırım. Tam tersi olası değildir, ya da o zaman adına sanat değil, propaganda denilir. Modern sanat ve günümüzün piyasa odaklı yapıları, sanatın sermaye, sınıf çelişkileri, kadın, gay/lezbiyen kimlikleri, göçmen kimliği gibi konuları içermeyeceğini öne sürmüştü ve sürüyor. Ama bu günbegün alaşağı edilen bir önerme. Öte yandan elbette sergi güncel göndermelerde bulunuyor, çünkü kimlik konusu zaten sürekli gündemdeydi, sadece görünürlüğü mümkün olmadı belki olamadı çeşitli zamanlarda, üstü kapatıldı. Ama güncelliği ile beraber geçmişe de vurgu yapan bir yapısı var serginin. Şükran Moral’ın “Bordello” (Genelev) çalışması, hayat kadını kimliği ile sanatçı ve sanat eserinin kimlikleri arasındaki sorunu yansıtıyor. Elif Çelebi bu konuyu farklı bir noktaya taşırken, Didem Dayı “Bizi Bir Başka Dünyaya Hazırladılar” aforizmasıyla, kimliğin inşa edilme sürecini sorunsallaştırıyor. Bunlar, aslında sanatın tarihinden günümüze kadar gelen reel olgular. Ya da Öykü Potuoğlu’nun “Oy-un” çalışması, Anayasa referandumuna giden süreci değerlendiren çalışmalardan birisi olarak sergide yer alırken, güncelliği kadar tartıştığımız 1982 anayasasının süreçlerini de içeriyor.
Kimlik konusunda öncelikle farklılıkların vurgulanması gerektiğini söylüyorsunuz. Toplumbilime ilgi duyduğunuzu biliyorum. Bu noktada böyle bir söylemi egemen olan kültür yapısı içinde nereye oturtuyorsunuz?
Toplumda ve sanatta var olan kimlik sorunları, bugüne kadar analiz edilmedi, ediliyormuş gibi yapıldı ve aslında hiçbir ezberi bozmayan söylemlerle, manipülasyonun kullanımı ile statükocu, egemen kültürel yapı sürdürülmeye çalışılıyor. Bunlar, özgürleşmenin önünde bulunan birer engel ve karşı-taktik. Ama, boş liberal söylemlerin aksine, sınıf çelişkilerinden kaçınılamaz. Bu bağlamda egemen bir ideoloji ve tek-söylemlilik yerine, çoğulculuğa ve demokrasiye dayalı tartışmacı bir sanat ve sanat tarihinin gerekliliğinin öne sürülmesini arzu etmek gerekli. Ancak bu şekilde egemen ideolojinin kurmaya çalıştığı evrensel, tek-kimlikli düzen yerine, çeşitli kimlikler, farklılıklar ve melezliklerden mütevellit bir yapı oluşturulabilir.
Türk sanatında kimlik ve farklılıklar konusunun göz ardı edildiğini söylüyorsunuz. Sizce Türk sanatında çoğulcul ve demokrasiye dayalı tartışmacı bir sanat yakın zamana kadar yok muydu?
Evet yoktu!, istisnalar kaideyi bozmaz. “Ben kadın olduğum için sanat dünyasında hiç sıkıntı çekmedim”, diyen kadın sanatçı, istisna olabilir, ama bu 1974’e kadar akademide tam zamanlı öğretim üyesi olarak çalışan hiçbir kadın sanatçı olmadığı gerçeğini değiştirmez. Bu kimlik tartışmaların ön-belirlenimleri ufak ufak 1980’lerde başladı. Ama asıl vuruculuğunu 1990’lardan itibaren kazanmıştır. Özellikle disiplinlerarası yöntemlerle çalışan sanatçılar ve onların yanında yer alan teorisyenlerle birlikte bu konu görünür kılınmıştır. Bu sergide gördüğünüz sanatçılar da, 1990’ların başından itibaren bu konuları sanatın gündemine getiren isimler.
Bu bağlamda sanat hayatlarını kimlik kavramı üzerinden şekillendiren sanatçıları ne şekilde konumlandırıyorsunuz?
Sanatçının olması gereken yerde konumlandırıyorum. Bu tip sanatçılar, üst-söylemlerin iktidar konumuna “iç-ideolojilerini” teslim etmeyen sanatçılardır. Sanat yaşamlarını kimlik kavramı üzerinden şekillendirmek bu tip bir sanatçının “ötekileşmesine” neden olur ki, asıl sanatçı zaten “öteki” olandır. Bundan dolayı bu işlere soyunan sanatçılar birer “kafir, günahkar, hatta bölücü” olarak nitelendiriyorlar. İşte bu şekilde nitelendirilmeleri bence tam da “olmaları gereken” yer!.
Sanatçının üstlenmesi gereken kimlik olarak Herbert Marcuse’ün belirttiği “iktidarın karşısında olan” sanatçı modelini öneriyorsunuz. Bu noktada Türk resim sanatına bakarsak nasıl bir sanatçı kimliği görüyorsunuz?
Resim özelinde konuşmayayım. Ben sanatçının malzemesi ne olursa olsun düşüncesini en iyi biçimde ifade eden kişi olduğuna inananlardanım. Yeter ki düşüncesini malzemesinde iyi ifade edebilsin. Türkiye sanatı haddinden fazla uzunca bir süre “romantik, naif” sanat dönemini yaşadı – Elbette, kısa bir dönem konstrüktivist etkilenimleri de eklemeliyim. Bu dönemin ardından, çok yakın bir zamandan bu yana sanatın ve sanat tarihinin sorunları ile yüzyüze geldi Türkiye sanatı. Akademi, monolitik kimlikler inşa etmeye çalıştı sürekli, hatta buna hala devam ediyor. Zaten biraz önce dediğim gibi farklılaşanları hemen “bölücü, çılgın” olarak yaftalıyorlar. Olsun, disiplinsizlikleri aslında başarılı oldukları konu. Sanatçı, bence, Türkiye’de üç başlık altında incelenebilir. Birincisi, herhangi bir ideolojiye angaje olmayan oportünistler. İkincisi Marksizm, etnik kimlik gibi birçok kimlik ve farklılık konusundan birazını yapmaya çalışan ama hiçbirinde başarılı olmayanlar. Üçüncüsü, tam olarak “iktidarın karşısında olanlar”. Bu üçüncü gruptakiler toplumdaki “etik” rollerinin bilincinde olarak üretiyorlar ve geleceğin sanat tarihinde onlar yer alacak.
(27 Ağustos 2010 tarihli Haber Turk Gazetesi'nde yayınlanmıştır)
Çok tesekkurler. Guzel bir roportaj. Sevgiler. İnsel İnal
YanıtlaSil